19 Haziran 2009 Cuma

Low tech music for high tech people


Efendim blogu takip edenler bilir, Antalya'da bir otel odasında takılmacayla geçiyor hayatımın bu günleri. Gündüz istihbarat, bilgi peşinde koşmaca filan, akşam otel odasına dönüp takılmaca.

Sağolsun güzel insanlar msn dolaylarından yalnız bırakmıyorlar bizi bu takılmacalar esnasında. Yoksa yalnızlık bir yere kadar, çizer lan insan kafayı kimseyle konuşmasa tüm gece. Ya çok pis kafayı kırıcan, ya da illaha bir muhabbet bağlıycan. Daha önce bu konuya değinmiştim sanırım "Mezesi muhabbet" başlıklı yazımda. Seviyorum sohbeti muhabbeti.

Neyse, konumuz o değil. Konumuz şu. Bu takılmaca gecelerinden birinde Postacı adlı ulvi şahısa dedimki, ey Postacı dedim, bana bir güzel müzik tavsiye et de, şu takılma dakikalarımız daha güzel olsun dedim. O ne dese beğenirsiniz? Aslında bir çok şey dese beğenebilirdim ama, o hiç beklemediğim birşey dedi. Micromusic dedi. Hayır daha önce duymadığım da birşey, tabi bi çekindim önce. Fakat Postacı diyorsa vardır bir bildiği deyip hemen Google'a sorup siteye gittim. Ulan iyiki gitmişim. Yahu o ne güzel birşeydir öyle. Sitenin tasarımından tut da, sitenin ihtiva ettiği müziğe kadar. Tek kelimeyle mükemmel.

Yani görebileceğiniz üzere, aslında özetle bu yazı bir site tanıtım yazısı. Böyle odada bir başınıza takılırken, kafayı kırmak mı istiyorsunuz? Micromusic kırıyor efendim. Ben denedim, onayladım. Hatta yetmedi bir de Semigod'a denettim, o da onayladı. Biz bir hayli sevdik efendim bu siteyi. Dedik bizce siz de seversiniz, o yüzden böyle bloglara kadar taşıdık. Tıklayın, pişman olmazsınız.

18 Haziran 2009 Perşembe

Selamon'dan Haberler v.2

Neresinden başlayıp anlatsam bilmiyorum. Aslında öyle çok birşey olduğu da yok ya, belki de o yüzden kararsız kalıyorum. Gördüğünüz gibi yazının tepesinde bir fotoğraf yok, bu da benim makinedeki fotoğrafları bilgisayara aktaramadığımın bir göstergesi. Her ne kadar resepsiyonistimiz verdiği sözü tutup bana data kablosu getirse de, bilgisayara bağladığımda, bilgisayar bir tepki vermemeyi tercih etti, etsin bakalım. Artık en olmadı İstanbul'a dönünce paylaşırım sizinle fotoğrafları.

Otelimiz pek bir aile gibi şerefsizim. Dün kahvaltıya inmeyince direkt aradılar resepsiyondan, ne oldu Selamon Bey iyi misiniz diye. Dedim iyiyim ya, yatıyorum öyle, merak etmeyin. Bu akşam da bir önceki yazıda bahsettiğim pek sevimli yaşlı çiftimiz sordu akşam yemeğinde, nerelerdesin sen evladım göremiyoruz yüzünü diye. Otel ahalisi bir sevdi beni anlıyacağınız, sebebini ben de çözemedim.

Malum, bölge insanlarıyla haşır neşir oluyorum. Maksat bilgi filan edinmek. Onlar da sağolsunlar muhabbetli insanlar çıktılar. Salı gecesi Hakil Abi'nin yerine gittim, başka bir abimiz oturuyordu. Karanlıkta seçemedim, "Hakil Abi?" dedim, dedi "Hakil Abi yattı, buyur niye sormuştun Hakil Abi'yi" cevabını aldım. Dedim maksat muhabbet sohbet, dedi gel beraber edelim muhabbetimizi sohbetimizi. Bir kadeh rakı da ikram etti. Başladık Mustafa Abi'yle sohbete. Mustafa Abi bi dünya, sabahtan beri içiyormuş. Hayatımın en ilginç içme alışkanlığını gördüm lan, adam sek rakıyla soğuk neskafe içiyordu. Şaşkınlıklar içinde kaldım. Kadehimi bitirince dedim kalkayım, dedi otur ben şu rakıyı bitireyim beraber kalkarız. Dedim hadi bakalım. Fakat Mustafa Abi rakıyı bitirince uçtu lan. Dedi beni yukarı bırakır mısın motorla? Dedim abi ben motor kullanmayı bilmem, dedi buraya nasıl geldin, dedim abi otel yakın yürüdüm geldim, inanmadı, peki kardeşim öyle olsun filan dedi. Adam şizofrene bağladı lan. O da öyle bir anı oldu bize.

Dün 3 gibi bir daha uğradım Hakil Abi'ye. 3 kişi oturuyorlarda. Mapus diye değişik bir tavla oynuyorlardı. Çok ilginç birşeydi de, öğrenmeye kasmadım ne yalan söyleyim. Ankaralı olup oraya yerleşen başka bir abiyle filan da tanıştım. Tam emekli mekanı lan bura. Arada orkinos teknelerindeki balıkçılarla da tanışma fırsatım oldu nihayet. Güzel insanlarmış hepsi. Çoğu İstanbullu çıktı beklemediğim şekilde.

Bugün de uyudum anasını satıyım akşama kadar. Akşam yemeğinde anca çıktım odadan. Bir yemek, üstüne klasik akşam rakısı. Burda öyle bir adetim oldu. Her akşam yemeğinin üzerine biraz karpuzla bir duble akşam rakısı atıyorum. Çok on numara oluyor. Torosların, yaylaların arasında kaldığı için belde, sıcak çok rahatsız edici boyutlara çıkmıyor. Keyifli oluyor havuz başında yemek üstüne karpuz rakı.

İşte efendim öyle böyle derken devriliyor Antalya'da günler. Ayrılık vakti hafiften yaklaşıyor. Yaklaşsın tabi. Burdan kalkıcam daha Fethiye'ye filan gidicem. İyi geçiyor vaktim. Öyle bir bilgilendireyim dedim. Hani kimi bilgilendiriyorum, kim bunları niye okuyor onu da bilmiyorum ama, yazmayı seviyorum. E siz de okumayı seviyorsanız ne alâ. Kaçıyorum efendim şimdilik, TRT'de Mısır İtalya maçı başlıycak 10 dakikaya kadar. Onu izlerim oturup vuvuzella sesleri arasında. Hadi gideyim artık, öperim annem hepinizi. Hoşçakalın.

16 Haziran 2009 Salı

Selamon'dan Haberler v.1

Efendim Selamon'a ne oldu? Öldü mü kaldı mı? Yolculuğu nasıl geçti? Bugün bu yazımızda bu tür sorulara cevaplar bulacaksınız. Ha bulduk diye mutlu olur musunuz, orasını ben bilmem ama, yine de bulacaksınız.

Öncelikle biraz yoldan bahsedelim. Zira öyle bir yolduki, hayatımda ilk defa yeter lan bit artık diye isyan eder buldum kendimi. Zaten yolculuğun rötarla başlaması, bana yaşanacakların bir ön gösterimi tadındaydı. 23.30'da kalkması gereken pek muhterem otobüsüm, 12.00'de kalktı. 30 dakikanın bir önemi yok tabii. Yola çıktık, 2-3 saat geçti, ben tam uykuya dalıcam, ihtiyaç molası diye dürttüler beni. Hayır o kadar erken niye mola verdiğimizi dahi anlamadım, bir de tam uyuyacakken uyandırıldım, o hoş olmadı. Ayrıca benim bildiğim Antalya'ya giderken Afyon'da mola verilir, şahane sucuk yenir. Metin Dinlenme Tesisleri diye zerre bilmediğim bir yerde durduk. Sucuk belki orda da vardır ama, o saatte canım pek yemek istemedi. İndim aşağıda yürüdüm, mola bitene kadar dolandım. Sonra tekrar otobüse. Moladan sonra uyumuşum ben. İyiki de uyumuşum. Köpek gibi uykum vardı lan. Sabah 6-7 gibi bir posta daha uyandırdılar, dediler yine mola. Baktım sabah, aldım yarım litre süt içtim, huzur doldum.

O moladan da sonra, artık Antalya'ya 3 saatlik yolum kalmış oldu. Hadi hayırlısı diyerekten geçtim oturdum yerime. Kitap mitap tatlı tatlı gidiyordumki, jandarma yol kesti. Garip di mi? Bence de garip. Bize millet olarak yol kesenin eşkıya olduğunu öğretmişlerdi, fakat artık herşey çok değişmiş. Polis devlet olmanın bokunu çıkarmışız, jandarma yol kesiyor. Üşenmedi adamlar tüm otobüstekilerin kimliğini topladı. Sora üşenmedi tek tek hepsine GBT yaptı. Temizmişiz, devam edebilirmişiz. Çok sağol jandarma. 1 saatimi senin gerizekalı bir uygulamana kaptırmaktan mutluluk duydum.

Neyse efendim, Antalya'ya vardım nihayetinde. Fakat ben nerden bileyim, Antalya'ya varmanın işin kolay kısmı olduğunu. Bir Antalya yolculuğunun yarısı kadar da, asıl varmak istediğim noktaya varana kadar harcadım. Kamil Koç'tan inip asıl noktaya gideceğim otobüse bindikten sonra hayatımın en garip otobüs deneyimlerinden birini yaşamış oldum. Bildiğin şehirler arası otobüs, Adana'ya gidiyor. Fakat kendisi gayet şehiriçi dolmuş kıvamında takıldı. Sürekli yolda durup birini alıp, birini indirdi filan. Garip bir kafaydı.

Nihayetinde vardım varmam gereken ilçeye, indim otobüsten. Limanın oralara gitmem gerekiyor. Gözlemlemem gereken yer ora. Limana da hakim bir otel var, arayıp pazarlığımı da yapmışım, gidicem yerleşicem. Yalnız otobüs beni öyle bir yerde indirdiki, limana 3 km yürüme mesafesi var. Bunu da oradaki bir mobilyacı abiyle muhabbet edip öğrendim. O abi çok kıyak bir abi yalnız, adam dedi dükkanda başka biri olsa ben seni arabayla bırakırdım ama, bugün tekim, kusura bakma filan. Anlından öpesim geldi lan adamı, pek güler yüzlü ve iyi niyetliydi. Abi yolu tarif etti, başladım ben yürümeye. Sırtımda pek sevgili yeni çantam Peyami (evet, adı bu, Peyami) bildiğin tüm turist tanımlamalarına uyar vaziyette, kan ter içinde yürüdüm. Bir yandan da otostop çekiyorum. Nihayet bölgenin yerlisi bir abimiz durdu. Dedi atla. Fakat arabanın içinde zaten üç kişiler. Peyami ve ben iki kişi ediyoruz rahat. Zar zor sığıştık. Sağolsun cart diye geldik limana.

Gece 24.00'da başlayan yolculuğum akşam 17.30 - 18.00 gibi nihayet otelde noktalandı. Anam ağladı sevgili okur, canım çıktı. Fakat ahanda böyle uzun uzadıya anlatacak bir yol hikayesi yanıma kâr kaldı. Bir bakıma da eğlendim diyebilirim. Bu arada otelim güzel lan. 3 yıldızlı filan. Huzur dolu bir yer kendisi. Tabi sezon da tam manasıyla başlamadığı için, nüfus da öyle alacalı bulacalı değil. Sanırım 8 kişi kalıyoruz otelde. Biri çok tatlı bir emekli çift, 3 çocuklu bir aile de var, bir de genç bir çift kalıyor. Son olarak da ben işte. Böyle pansiyon tadında bir moddayız. Güzel ortam. Bir ara fotoğraf makinesi için kablo bulursam -resepsiyonist Züleyha söz verdi, yarın getirecekmiş bana- bir kaç fotoğraf atıcam buraya.

İlk gün akşam yemeğimi yiyip, akşam yemeğinde verilen karpuzun yanında bir kadeh rakı attım. Sonra elde dondurma ufak bir sahil turu, akşam gel odaya, babayla ufak bir video chat, zaten sızmışım sonra. Hayvan gibi yorgunluk kendini gösteriyor tabi. Sabah erkenden kalktım. Gittim kahvaltımı yaptım. Sonra yine bir sahil turu. Sahil turu dediğimde, en fazla 10 dakika sürüyor ha, küçücük yer burası. Gerçi bu turda Hakil adında 70 yaşında bir amcamla tanıştım. Kayıkla ufak tefek balıkçılık yapan, deniz bisikleti, olta filan kiralayan on numara bir amcamız. Araştırmama yönelik sorularımı büyük bir içtenlikle yanıtladı sağolsun. Bugün fazla oturamadım yanında ama, adamda ne hikayeler var lan. E tabi yaş 70 olunca insan ister istemez biriktiriyo.

Eh işte, şimdide tekrar otel odamdayım. Ne yaptım ne ettim diye böyle ufaktan bir blog yazısı yazayım dedim. Hani benim ne yaptığımı çok merak ettiğinizi sanmıyorum ama, gezi yazıları güzeldir. Ben çok severim yol hikayelerini okumayı. Daha önce bir yazımda da bahsetmiştim, Git favori dergilerimdendir. Aslında ne istiyorum biliyor musunuz, böyle bir backpacker dergisi çıkartmak. Sırtına çantasını alıp bilmediği yerlere giden insanların aylık olarak hikayelerini yazmak. Öyle bir dergim olsa ne güzel olur lan. Aklıma koydum ben o işi, yaparım gibi geliyor bana.

Hehe, yazının sonunda sizleri hayallerimle sıkmadan, artık bitireyim ben bu postu. Tatilimin ilk günleri böyle geçiyor efendim. Görelim bakalım ilerki günler nasıl geçecek. Ben yine burdan sizi bilgilendiriyor olurum, olurda okursanız, mutlu olurum. Hadi öptüm herkesi.

14 Haziran 2009 Pazar

Bağlasan durmam...

Bir önceki postada süpriz gelişmemizden bahsetmiştim. Gidiyorum efendim. Gitmek için bir iki eksiğim vardı, onları da tamamladım. Gittim paraya kıydım, güzel bir sırt çantası aldım. Her faaliyet öncesi sağa sola çanta sorma derdinden kurtulmakla kalmayıp, seyahatler için de kendime güzel bir yol arkadaşı edinmiş oldum. Kendisine yakında üşenmeyip bir isim bulucam.

Çantayı alıp aldığım yerde, ki kendisi eski çalıştığım mağaza Gezgin Outdoor olmakta, eşyaları yükleyip tüm işlerimi tamamladım. Ya da ben tamamladığımı sandım. Zira herşeyi almıştım da, bilet almayı unutmuşum. E bilet lazım tabi, burdan Antalya'ya yürüyecek halimiz yok. Neyse, Son Gemi'de oturuyorum şuan, wireless ömmece. Son Gemi'de güzel yer bu arada. Sahipleri filan hep 10 numara insanlar. Akmar'ın arka sokağında, tavsiye ederim. İnternet üzerinden bilet işini de halledince, bu sefer gerçekten herşey tamam oldu. Gidiyorum efendim.

1 haftalık görev sürem var. O işi halledip, oradan ver elini Fethiye. Fethiye'yle ilgili planları da şurada yazmıştım. Blogu düzenli okuyanlar bilir ne kadar yol sevdalısı olduğumu. Bu 3 haftalık plan güzel gelecek. 12 saatlik otobüs yolculuğu da yol isteğimi köreltmezse zaten, iflah olmam ben. E bi de üstüne Antalya - Fethiye yolculuğu varki, oh.

Ha bu arada, aklıma gelmişken yazayım, lan anket sonucu ne kadar sinir edici çıktı. Ben karar veremiyorum bari size sorayım dedim, 3 şıkka da eşit oy geldi. Ayıp. Bu durumda tembel bir insan olarak, olduğu gibi bırakıyorum efendim yorumların nasıl açılacağı işini. İlerde çok bayarsam, popup sistemine geçerim, ya da geçmem, kim bilir. Hayat hep böyle bilinmezliklerle dolu. Bilinmezlik demişken, barda oturup blog yazmak da ilginç bir kafaymış.

Efendim durumlar böyle. 1.5 saat sonra vuruyorum kendimi yollara. Geri dönüşüm 3 hafta sonra. Antalya'da blog yazmaya devam edicem fakat Fethiye'de imkanım olacağını sanmıyorum. Eh şimdilik hala beraberiz anlayacağınız. İyiki de beraberiz. Blog yazmak filan, hep güzel şeyler bunlar. Hele böyle okuyup yorum filan yapıyosunuz ya, bayaa hoşuma gidiyor o mevzu. Yine yazıyı kapatamadığım başarısız bir post olma yolunda gidiyor bu, o yüzden ben hemen öpüp kaçayım. Öptüm. Kaçtım. Hadi hoşcakalın.

12 Haziran 2009 Cuma

Süpriz gelişme...


Evet sayın seyirciler, yok adaydı, yok Fethiye'ydi derken, hiç beklenmedik bir şey oldu ve bana Antalya yolu gözüktü. Muhtemelen yarın veya pazar Greenpeace gözlemcisi olarak Antalya'ya gidiyorum. Mevzumuz ise kaçak orkinos avı. GP'nin oldukça üzerine titrediği bir denizler kampanyası mevcut. Bu kampanyanın önemli ayaklarından biri de orkinosların neslini tüketme noktasına kadar gelen kaçak balıkçılık faaliyetleri. Bu faaliyetlerin önlenebilmesi adına gözlemlerde bulunan ekibe katılıcam ben de. Kampanyayla ilgili ayrıntılı bilgi şu linke yapılacak bir tıkın hemen ucunda.

Diğer bir alternatif de Mersin'di aslında. Oradaki ekibe de katılabilirdim fakat nedense Antalya olsun dedim (Doruk kızma lan). Antalya'daki tanıdık sayısının fazla olması etken oldu muhtemelen buna. Gerçi tam da Antalya'da değil, Antalya'nın 2 saat dışında bir yerdeymiş ama, Bilge neresi demişti unuttum şimdi. Bu arada Bilge Greenpeace Türkiye Gönüllüler Koordinatörü. Çiçek gibi bir insan kendisi. Ben GP'de "yüz yüze" görevlisi olarak çalışırken ekibimizin başındaydı, şimdi işleri büyüttü gönüllü koordinasyonunu sağlıyor.

Neyse, öyle işte. Hazırlıkları tamamlar tamamlamaz çıkıyorum yola. Artık yarın olur, pazar olur çok emin değlim, görücez. Mobil halde olmak güzel şey, seviyorum. Ha insan arada yatağını özlemiyor mu? Özlüyor. Fakat olsun, önemli bir görevi layıkıyla yerine getirecek olmanın da değişik bir hazzı mevcut. Ev biraz daha bekleyebilir.

Oralarda internet kullanabilme imkanım olursa gelişmelerden ve yaptığımız işlerden sizleri haberdar ederim efendim. Ha bizim sikimizde sanki senin ne yaptığın deme özgürlüğüne de sahipsiniz pek tabi, o da güzel bir özgürlük sonuçta. Fakat bence güzel olur buralar, demedi demeyin. Aman biz kaçırdık, biz bilemedik filan diye üzülmeyin.

p.s: Yazıyı bitirirken shuffle kıyağı, Metallica - Creeping Death

10 Haziran 2009 Çarşamba

Dönemi Kaparken


Efendim geldik Sabancı Üniversitesi'nde bir dönemin daha sonuna. Son bir iki işin ardından, döneme zevkle bir nah çekip yokuş aşağı yolluyoruz kendisini. Fakat tabi benim bahsedeceğim mevzu o değil. Daha güzel mevzulardan bahsedesim var.

Bildiğiniz gibi dönem sonunda bir tatil planım var, "Bu da böyle işte..." başlıklı yazımda hafiften değinmiştim kendisine. Şu aşamada daha da detaylandırmayı düşünmüyorum. Fakat yeni bir karar aldık, şehri terk etmeden önce, Burgaz Ada'da şöyle 3-4 günlük ufak bir kamp daha düzenliycez. Artık ne bezmişsek kampüsten, bulduğumuz yere kampa gidiyoruz. Burgaz Ada'da güzel bir kamp noktası biliyorum, pek tabii burda size söylemiycem, bize özel kalsın derdindeyim. Fakat çok isteyeni götürürüm, doğada kalmak isteyen insana saygım sonsuz .

Pek konudan konuya atlamak olacak ama, madem konudan konuya atlayacak kafadayım, müsadenizle hiç bozmuycam kafamı. Buyrun devam edelim. Hocam şöyleki, 1 saat önce yeni bir diziye başladım. Breaking Bad. Kendisinin ilk bölümünü izledim, dedim bari hakkında biraz birşeyler yazayım, öyle giriştim bloga. Etrafımdaki insanlar çok feci övüyordu kendisini. Kime başlasam mı diye sorsam, "hacı hemen giriş" cevabını alıyordum. Sabahın bu saatinde yapcak iş olsa olsa dizi izlemek olur dedim, vurdum ilk bölümü. Gayet de hoşuma gitti. Pilot olmasının verdiği bir durağanlık var diycem, diziyi izleyenler siktir lan durağan denir mi o episodea diye atlıyacaklar üstüme. Haklılar da bir yerde. Fakat ne yalan söyleyeyim, dizi ileride çok daha can yakıcı olacakmış gibi duruyor ve iple çekiyorum o bölümleri.

Bilen bilir, uzun diziler izlemeyi sevmem. Favorim 20 dakikalık komedi dizileridir genelde. Misal nedir bunlar, Family Guy'dır, Scrubs'dır, How I Met Your Mother'dır, falandır, filandır. Gider de gider kendileri. Fakat "Mimlenmişim v.2" başlıklı yazımda da bahsettiğim gibi, bunu kırabilen yalnızca Six Feet Under vardı, sanırım yepis yeni dizimiz de Breaking Bad olacak. Kendisine yüksek bir güven duyuyorum ve ileriki episodelarda bu güvenimi boşa çıkartmamasını pek bir arzuluyorum.

Dönemi kaparken diye başladığım yazı bildiğin dizi yazısına döndü ama, e malum, dizinin verdiği gazla yazıyorum bunları. Doğaldır bir şekilde buna evrilmesi. Ayrıca evet, evrim teorisi önemli, inanıyoruz kendisine. Yani tutupta "yaratıcı"ya inancak halim yok şu devirde. Neyse, konuyu iyiden iyiye sapıtmadan bu postumu da burada bitiriyorum efendim. 3 kuvvuallah 1 elhamla sizleri uğurlarken, Tayyip'ime de göz kırpıyorum. Hadi hoşçakalın, episode 2 beni bekler.

p.s.: dizinin çok hoşuma giden bir iki afişi vardı, dedim bari en basic olanını kullanayım. Gördüğünüz üzere kullandım. İsterseniz şuraya tıklayarak kendinizi Google'ımızın o engin image arama dünyalarında Breaking Bad görselleri araken bulabilirsiniz. Bu da benden size dev hizmet olsun hadi.

7 Haziran 2009 Pazar

Yazmazsam çatlarım...

Pek sevgili bir okul arkadaşım blog tutmaya başladı. Sadece adıyla dahi yüzde bir hoşnutluk gülümsemesi yaratmayı başarıyor. Diyalektik! Soğuk İçiniz...

Arkadaşın blogunun buraya konu olmasının sebebi ise vallahi reklam mevzusu değil. Bambaşka bir olay mevcut. Ha tabi girer okursanız siz kazanırsınız, o ayrı mesele. Neyse. Bloga ilk başladığım zamanlarda minimal bir postum vardı, "Kütürdet beni blogger" başlıklı. Blogger'ın onay kodlarıyla hafiften bir taşak geçmece yazısı. E tabi ben miyim dalga geçen, ağzıma sıçtı bugün blogger. Bahsettiğim blogdaki son yazı AKP ile alakalı. Ben de o yazıya bir yorum gireyim dedim. Peki yorum girmem için blogger'ın benden istediği onay kodu neydi? Şuydu efendim; quaran! Ben daha bir şey demiyorum. Google bile çözmüş AKP'nin iç yüzünü.

Yazmasaydım çatlardım, yazdım rahatladım. Hoşçakalınız efendim.

Bu da böyle işte...


Efendim ankete katılan herkese teşekkürler. Sonuçlandı kendisi bugün. 17 kişi oy vermiş sağolsun. Kıran kırana bir seçim süreci oldu. Sorumuz "Yeni template gelsin mi?"ydi. Çıkan cevap "Yok hacı böyle iyi" oldu. Ne yalan söyleyeyim, bu cevap çıktığı için pek mutluyum. Bir ara gaza gelmiştim değiştireyim filan diye ama, nasıl üşendim sonra anlatamam. "Değiştir hocam hemen bu ne böyle" cevabı çıksa ağlaya ağlaya değiştirecektik şablonu, çıkmadı, mutluyuz.

Sırada ise yeni bir anketimiz var. Geçenlerde öyle mal mal nette gezerken bloguna rast geldiğim, buraları da yorumlarıyla şenlendiren güzel bir insandan özendim, yorumlar pop-up pencerede mi açılsın, yoksa olduğu gibi mi kalsın? Pop-up pencerede açılınca, blogun ana sayfasını terk etmeden yorum işini rahatça halledebiliyor insan. Fakat şuanki halinde de yazıyla daha bir bütünleşiliyor, girilecek yoruma daha iyi konsantre olunuyor gibi düşünüyorum. Sizin de konu hakkındaki fikirlerinizi öğrenip, blogumuzu ona göre yeniden şekillendirelim efendim.

Bu arada dönemin de bitmesiyle, yol planlarına başladım ben yine, yakın gelecekte görürsünüz buralardan Selamon'un tatil planlarını. Geçen seferki "road trip" bir hayli eğlenceliydi, bu seferki daha tatil kafasıyla ama pek tabii tatile getirilmiş bir Selamon yorumuyla. Haftaya filan bahsederim planlardan. Şimdilik yukarıdaki fotoğraflarla idare edin efendim, gideceğim yeri de söylemiyorum, süpriz olsun. Hehe. Deniz, kum, güneş, doğa hasretiyle yanan herkesi pek bir aşkla ve aynı hasretlerle kuçaklıyor, öpüp kaçıyorum efendim. Hadi hoşçakalın.

5 Haziran 2009 Cuma

Yönetime bak sen hele


Blogda çok fazla futbol yazan bir insan değilim. Her ne kadar Galatasaray hayatımda oldukça önemli bir yere sahip olsa da, tutupta internette futbol analizi yapacak bir kafam yok. Zaten o işi yapan bir sürü insan var, aralarında Aceto Balsamico gibi efsaneleşmiş isimler de var... O sebeple hiç haddim olarak görmüyorum bu futbol konuşma işini. Anca işte öyle eş dost arasında...

Fakat bugün uyanıp bilgisayara baktığımda bizim blogda daha önce de adı geçen, Mersin'in iftihar kaynağı genç, Doruk msnden şöyle bir mesaj sallamış: "Abi Rijkard transferi hakkında ne düşünüyorsun, Bülent hakkında söylediklerin bir bir tutmuştu". E tabi bunu görüp gaza gelmemek mümkün değildi. Ahanda ben de gaza geldim, ufaktan bir futbol yazısına giriştim bile. Açıkçası burdan sonrasını futbolla ilgili olmayan arkadaşlar okumasa darılmam, bunu da söyleyip geçiyorum konumuza.

Herşeyden önce Bülent'in, Büyük Kaptan'ın Galatasaray'ın başına geçişini yorumlamak kolaydı. Yapılması gereken tek şey objektif düşünmekti. Evet Bülent Büyük Kaptan'dı, evet Bülent Galatasaray seyircilerinin gurur kaynağıydı, evet Bülent'in tek başına oynadığı Avrupa kupası maç sayısı, Fenerbahçe takımından fazlaydı ama, Bülent iyi bir teknik adam hiçbir zaman olamadı. Galatasaray'a gelmeden önce görev yaptığı kulüplerde kısa süreli görevler almıştı ve başarılı olamadığı gün gibi aşikardı. Bu tecrübesizliği ve backgrounduna rağmen başarılı olacağına inananların tek dayanağı, kendisinin büyük Galatasaraylı'lığıydı. Açıkçası başarılı olmasını ben de çok isterdim ama, olamayacağını başından beri biliyor ve söylüyordum, ne yazıkki olaylar beni haklı çıkardı.

Bugün ise Galatasaray yönetimi bombasını patlattı. Houllier, Ramon, Le Guen filan derken bir baktıkki takımın başına efsane oyuncu, başarılı teknik adam Frank Rijkaard geçmiş. Kariyerine diyecek en ufak lafım olmaz. Muhteşem bir futbolculuk geçmişi, önemli noktalarda pişirilmiş bir teknik adamlık kariyeri, Barça'yla iki La Liga, bir İspanya Süper kupası. Hiçbirşey denemez. Fakat bu ülkeye kimler geldi öyle hiçbirşey denemiyecek de, piç edildi gönderildi. En basiti Del Bosque. Adam Türkiye'ye Şampiyonlar Ligi kupası kazanmayı başarmış, yıllarca Real Madrid'i yönetmiş hoca olarak geldi, ardından tef çalınarak kovalandı. Şu anda İspanya milli takımının başında. Eric Gerets Galatasaray'daki karakterli yönetimine rağmen takımdan uzaklaştırıldı, Marsilya'nın başında Fransa'da yılın teknik adamı ödülünü aldı. Bunlar ilk aşamada aklıma gelen örnekler.

Bu örnekleri vermemin sebebi şuna değinmek: Türkiye'de başarının anahtarı kariyeriniz ya da futbolu ne kadar bildiğiniz değil! Örneğin Galatasaray'da başarının anahtarı, Adnanlar'la iyi anlaşmaktan geçiyor. Bu noktada yönetimin Rijkaard tercihi de cesur. Fakat nazımız, sözümüz geçsin diye Skibbe'yi, Bülent'i takımın başına geçirdiklerinde gördülerki, bu iş böyle yürümeyecek. Artık karşılarında kendilerini işine karıştırmayacak çok kariyerli ve önemli bir teknik adam duruyor. Üstelik, yanında Neeskens'le. Neeskens'in önemine ben değinmiycem, Aceto onu gayet iyi yapmış, gidin işi bilen birinin kaleminden-keyboardundan- okuyun, ben hiç sizin için olayı laf kalabalığına boğmayayım.

Madem laf kalabalığıyla boğmuycaz dedik, dönelim ana konuya. Rijkaard başarılı olur mu? Olur arkadaşım, niye olmasın. Elinin altında Kewell, Turan, Lincoln, Baros gibi inanılmaz bir forvet hattı var. İleri uca ve defans dörtlüsüne yapılacak takviyelerle cillop gibi bir takım olur bu Galatasaray. Geriye Türkiye'nin çamurlu sularına bulanmadan takımı yönetmek kalıyor. Bu noktada Rijkaard'ın ve Neeskens'in yönetime pabuç bırakmıyacağına eminim. Medyanın tutumu ise ne şekilde olucak hep beraber görücez. Fakat şu kesinki, haber duyurulduğundan beri tüm medyada şaşkınlık ve saygı bir arada. Bu noktada da şanslı görülüyor yeni teknik adamlarımız.

Sonuç itibarı ile, 2-3 takviyenin yanına, biraz da şanslı kuralar çekersek, UEFA'da yarı final, ligde ise mutlak şampiyonluk bekliyorum Galatasaray'dan. Peki bunu bir Galatasaray taraftarı olduğum için mi söylüyorum? Elbette hayır. Tüm bunları gerçek bir futbol sever olarak, yıllardır takip ettiğim olayların getirisi olarak söylüyorum. Umarım söylediklerimde tıpkı Bülent örneğinde olduğu gibi, bu sefer de haklı çıkarım.

4 Haziran 2009 Perşembe

Obama Is My Rock Star


Beyefendi biraz önce Kahire'de bir konuşma yaptı. Oturdum, üşenmedim izledim. Tabi o sırada yemek yiyor olmam ve lokmaları çiğnerken beynimi boşaltıcak görüntülere ihtiyaç duyuyor olmam da izleme kararı almamda etkendi. Bir yandan arnavut ciğerimi lüplettim, öte yandan yoğurdumdan bir çatal aldım, ekmeğimi ısırıp Obama'yı izlemeye başladım.

Muhtemelen Kahire'nin en büyük salonuydu Obama'nın konuşmasını yaptığı salon. Klasik mimariye sahip, hoş bir görüntüsü vardı. Amcam içeri girerken bir alkış, bir kıyamet. Öyle girişleri ya rock starların konserlerinde ya da işte anca Obama'nın konuşmalarından önce izleyebiliyorsun. Anlamadım neden Kahireliler Obama'yı o kadar sevmiş ama, yazımın başlığını çıkartmamı sağladılar, sağolsunlar.

Şimdi bu yazıda benden derinlemesine bir Obama konuşması analizi bekliyorsanız, vallahi çok beklersiniz. Analiz yapacak enerjiyi kendimde bulsam, gider yazmam gereken siyasal psikoloji yazılarını yazarım, blogla mlogla hiç uğraşmam, dersimden şahane A çakarım. Fakat işte, o işi zerre yapasım olmadığı için, oturdum bloga bunları yazıyorum. Aslında bir bakıma siyasal psikolojiyle de alakalı bu konu. Dönem boyunca derste öğrendiklerimi düşünüyorumda, gerçekten o disiplinler içerisinde zevkle araştırılacak bir mevzu.

Neyse efendim, çıktı Obama ne yaptı, daha konuşmasının ilk dakikalarında dayadı Kurandan alıntıyı, dayadı benim de ailemde müslümanlar varı. Maksat ne? Kahireli kendisini daha çok alkışlasın, müslüman kendisine daha bir hayran kalsın. Niye istiyor bunu? Çok mu önemli sizce Kahireliler'in Amerika hakkında ne düşündüğü? Ya da gerçekten Obama barış yanlısı mı? Ne, evet mi cevabınız? Yok artık, o kadar da olamazsınız.

Bugün dünyanın en önemli mevzusu pazar. Amerika, malını satçak pazarın peşinde. Asya'yı, Avrupa'yı çoktan kaptırdı Amerika. Elde bir Orta Doğu, bir Afrika kaldı. Buralar ise pazar olma özelliklerini henüz kazanmış değil. Irak savaşı neden çıktı sanıyorsunuz? Petrol için mi? Komik olmayın lütfen, Irak savaşının tek amacı Orta Doğu'yu da pazar haline getirmekti. Irak'ın işgali Orta Doğu diktatörlerini yerinden edip, o bölgelerde serbest pazar yanlısı ekonomileri inşa etme amaçlıydı tamamen. Bütün bu İslam dünyası konuşmalarının da sebebi bu. Hatta Obama'nın Amerika'da başkan seçilmesinin tek sebebi bu.

Bakın, gittiği her yere methiyeler dizip öyle ayrılıyor Obama. Kahire'de modernin ve geleneğin muhteşem birlikteliğinin eseriymiş. Yürü be, ne ağdalı laflar ama. Tüm dünyada bir Obama hülyası. Twitter'a da yazdım, bu sene ne Obama yaptı be! Herkes Obama'yı barış yanlısı sanıyor, oysa Hillary başkan adaylığı için Obama'yla kapışırken, Irak'tan derhal çekileceğini, Amerikan askerlerini yurda döndüreceğini söylüyordu. Obama ne diyordu? Irak'tan generallerin tavsiyeleri doğrultusunda kademeli çekilme, Irak askerlerini Afganistan'a aktarma ve yeni Orta Doğu müdahaleleri için hazır bekletme. Hey yavrum hey. Bugün Kahire'de Afganistan'da fazla kalmıycaz dedi. Eh, kaç yıldır ordalar, sıkıldı tabi çocuklar.

Neyse, fazla uzatmak istemiyorum. Zira bu blogu tutmaktaki amacım kimseye siyaset dersi vermek, ya da görüşlerimi empoze etmek değil. Eğlenmek için tutuyorum ve sizlerinde buraları okurken eğlenmesini istiyorum. Konu uzadıkça sıkıcı olacak. Fakat şunu da demeden geçemiycem, A.B.D.'de başkan neredeyse bir hiç. Koca koca şirketler hayvan gibi lobiler kurmuş, dış politikanın v.s.nin hatları çoktan çizilmiş. Başkanlar anca zurnanın son deliği. Obama filan derken, kanmayın Amerika'nın yalanlarına. Amerika'nın yalanları, aşağıdaki Rammstein videosunda. We're all living in America, America is wunderbar... Oh yeah baby...

3 Haziran 2009 Çarşamba

Gidinin Kadıköy'ü


Bundan en son 1 ay önce gitmiştim, 1 Mayıs sonrası, Taksim dönüşü Ömer Abi'nin yanına uğrayıp iki bira içmek için. Haliyle gezememiştim. En son sokaklarında gezindiğimden beri nerden baksan olmuştur 3-4 ay. Dün nihayet yeniden Kadife Sokak'taydım, yeniden Kadıköy kafalarındaydım. Ulan nasıl da özlemişim.

İstanbul'u bilenler, ya da bilmese de hakkında fikir sahibi olanlar diyecek şimdi, ulan İstiklal var o kadar ne Kadıköy Kadıköy diye miyavlıyosun... Fakat kafaları bambaşka be abi. Uzun zamandır Taksim'den çıkmıyordum, sokaklarında yürürken hiç işte benim sokağım tadını yakalayamıyorsun. Oysa Kadıköy'de öyle mi? Yere yatıp parke taşlarını öpesim geldi gece bir başıma eve dönerken. (Ha gerçi yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim, Taksim'de de yerini bilirsen ucuza güzel içiyorsun be, Kadıköy'de o şansın pek yok.)

E tabi bir de nostaljik bir yapısı var benim için Kadıköy'ün. Nihayetinde göt kadar çocukken İstanbul'a taşındığımda ilk gidip gelmeye başladığım yerdi. 13-14 yaşında haftasonları sinemaya gidişlerimi, 15-16 yaşlarında sinema kesmemeye başlayınca nasıl da Teacher's Pub'ın müdavimi kesildiğimi filan hatırladıkça daha da bir seviyorum Kadıköy'ü. Kolay değil lan, sizin hiç 7 yıldır giderim hacı dediğiniz bir bar oldu mu? Benim oldu, aşırı huzurluyum.

Tabi bi de yok kilise önü, yok Rum Okulu, Moda 1, Moda 2 gibi çeşitli sokakta içme mekanları var. Oralarda 17-18 yaşlarımızın gözdesiydi. 10 larca kişilik gruplar halinde gezerdik filan. Kadıköy'de herkes herkesi tanıyor malum, bir başlardın 3 kişiyle şuraya gidiyoruz diye, gidene kadar bakmışın 10 kişi olmuşsun. Olmasan bile orada birileri vardır, bir şekilde olursun. Yaş ilerledikçe o kafalar azaldı tabi ama, azalmadığı dönemdeki o damakta bıraktığı tad da bambaşka.

Öyle işte, dün Kadıköy'deyken ne kadar özlediğimi fark edince bunları yazmadan edemedim. Kadıköy'ü seviyoruz efendim. Sevmeyene de itinayla sevdiriyoruz, buyrun beklerim her zaman. Ayrıca yazı için fotoğraf ararken fark ettimki, doğru dürüst bir Kadife Sokak (a.k.a Barlar sokağı) fotoğrafı yok nette, bir ara gidip ben çekeyim bari. Neyse, hadi öpüldünüz efendim.