4 Ekim 2009 Pazar

Maç Yazısı


Daha önce blogta Galatasaray'dan çeşitli kereler bahsettim. Gerek futbol, gerekse basketbol gibi branşlarımızdaki önemli başarıları, takımımız için beslediğim duyguları taşıdım buraya. Fakat sanırım daha önce hiç maç analizi yapmamıştım. Açıkçası yapmayı da planlamıyordum ama, Ankara deplasmanından 3 gol yeyip dönmüş takımın taraftarı olarak, "lan bu sene UEFA'da kesin finaldeyiz" diyen taraftarlara sempatiyle bakan biri olarak, bu sefer boş geçemiyeceğimi hissettim. Futboldan haz etmeyen tüm okurlara, yazanın devamının pek bir anlam ifade etmeyeceğini şimdiden belirtmek isterim. Sonra ulan niye baştan belirtmedin diye bana gelmeyin.

Şunu söyleyerek başlamak sanırım makul olur, iyi oynamadığımız maçı, yine de hak etmediğimiz bir skorla İ.Melih'in takımına vermek, işte beni en çok üzen bu oldu. Şerefsiz sıfatıyla sıklıkla ilişkilendirilen, yavşak olduğu konusunda büyük bir çevrenin görüşbirliğine vardığı İ.Melih'in takımına kaybetmek oldukça üzücü bir deneyimdi. Genel bağlamda ortada geçen şu maç, 0-0 biteydi, 100 de 100lük gol pozisyonlarına karşın, ağzımı açmayacaktım. Fakat futbol garip bir oyun, konsantrasyon hatasını katiyen affetmiyor.

Baros'un ikinci yarı oyundan çıkmadan önce kaçırdığı o inanılmaz pozisyon, ardından Nonda'nın o saçma sapan vuruşu. Forvetlerin gol atamamasına dellenen Servet'in Rijkaard filan dinlemeyip ileri uçta gol araması ve futbolun en eski kuralının işlemesi; atamayana atarlar. Acımayıp 3 attılar.

Mağlubiyetin ardından eleştirilerin odaklandığı nokta, Caner Erkin sorumluluk alanı olan, Galatasaray defansının soluydu. Net ifade etmek gerekirse, Caner çüküm gibi oynadı. Her ne kadar güzel bir çüke sahip olsam da, takdir edersiniz ki Galatasaray'ın sol beki olma sorumluluğunu üstlenebilecek bir çük değil kendisi. Bu tablo haliyle Rijkaard'ın eleştirilmesine neden oldu. Söylenenler benim de aklımdan geçenlerdi, neden Mehmet Topal stopere çekilip solda güvenilen isim Hakan Balta oynatılmadı?

Bu sorunun cevabı elbette benden ziyade Mister Rijkaard'da ama, nacizhane fikrim, hocanın oyuncusunu kazanma çabasıdır. Rijkaard bir kaç maçtır Caner'e şans veriyor ancak, Caner inatla ben Galatasaray'ın sol beki olacak adam değilim diye bağırıyor. Bundan sonra ne forma alabilir, ne de sezon sonunda satın alma opsiyonu kullanılarak takımda kalabilir. Volkan / Caner değişikliğinde genç oyuncuya yatırım yapıp ufak bir kumar oynadık, başarılı olamadık. Ha Volkan da Galatasaray'a topçu olacak adam değil, o ayrı.

Bir de tabii haftalardır devam eden "çift forvet" geyiği var. Bu geyiği dillendirenlerin temel kanaati Galatasaray takımının tek forvetle oynayamayacak kadar güçlü olduğu hede hödösü. Her ne kadar iflah olmaz bir 4-1-3-2 dizilimi fanatiği olsam da, Rijkaard'ın 4-2-3-1 tercihini oldukça haklı buluyorum. Zira defansın ortasında yetenekleri belirli oyuncular var, desteğe gelecek oyuncu sayısının 2 olması mantıklı. E diyeceksiniz ki "ulan Kasımpaşa maçında, Ankaragücü maçında da mı mantıklı?". Benim buna cevabım evettir.

Zira sistem, oynandıkça oturan, değiştirilmedikçe kemikleşen bir olgu. Rijkaard Galatasaray futbol takımının 4-2-3-1'i kemikleştirmesini ve bu sistemle maç kazanmasını istiyor. Sistemde değişikliklerle kumara gitmiyor. Arada kaybedilecek maçların olacağı kesindir ancak, mücadele ettiğimiz iki ligde sona vardığımızda ortaya çıkan tablo, zannımca Rijkaard'ı haklı çıkartacaktır. Bu konuyla ilgili olarak gözden kaçan, ancak Rijkaard'ın eleştirilmesi gereken asıl konu şudur; Servet'in maç içersindeki pozisyon disiplinsizliği.

Geçen hafta Galatasaray Eskişehir'le 1-1 berabere kalırken, son dakikalarda tribünün de baskısıyla topu şişirmeye, sistemi çatırdatmaya başlamıştı. Maç sonu röportajında Rijkaard buna dikkat çekti ve gerekli uyarıyı yapacağının sinyalini verdi. Son iki karşılaşmada bu uyarının yapılmış olduğunu gördük. Ancak göremediğimiz, Servet'e yapılması gereken "pozisyonuna sahip çık" uyarısıydı. Servetin duran toplarda gol aramak için ileriye çıkması makul karşılanabilecekken, kendisini forvet gibi hissedip bir de 3. bölgede çalıma filan kalkışması, pek akıl kârı olan hareketler değildi. Nitekim Servet bu git gellerde fazlasıyla yorulup konsantrasyonunu kaybetti. Bir yandan Caner, bir yandan Servet oyundan düşünce, yenilen 3 gol kaçınılmaz oldu. Rijkaard oyun içinde, daha Galatasaray golü yemeden Servet'in bu disiplinsizliğine derhal müdahele etmeliydi, edemedi, yazık oldu.

Futbolda her zaman kazanmak mümkün olmuyor. Futbolu güzel yapan da galibin önceden kestirilememesi unsuru oluyor. Bu durumu bozan bir Barcelona FC gerçeği olsa da, istisnalar kaydeyi bozmuyor. Önemli olan yenilgilerden, puan kayıplarından gerekli dersi çıkartmak ve ilerisi için olumlu adımlar atmak. Bu adımları atması gereken isimler Frank Rijkaard ve John Neskeens olunca, inanın insanın içi ferahlıyor. Ben Galatasaray'ın güzel günler göreceğine ve bu sene şampiyonluğun en önemli adayı olduğuna halen inanıyor, blogtaki ilk -ama son mu bilinmeyen- maç yazısını, burada bitiriyorum.

Dip not: Müsadenizle maçın kahramanı olarak Hikmet Karamanı seçiyorum. Bir dakika bile yerinde durmayan, adeta oyuncularıyla birlikte bir o kaleye bir bu kaleye koşan sempatik teknik adam, gözümde maçın yıldızıdır. Ödülü ise yazının başında fotoğrafının olmasıdır. Kendisine ulaşabilen biri varsa, ödülden haberdar etsin, hoca gelsin teslim alsın.

24 Eylül 2009 Perşembe

Tespit yapıyorum....


Daha önce bir yerlerde mizahçılara büyük saygım olduğundan bahsetmiştim. Onun sebepleri biraz uzun. İşin içersine toplumu politikleştirmeleri, sessizliği bozmaları, kimi yerde muhalefetin tek unsuru olmaları gibi bir çok şey giriyor. Bambaşka bir yazıya konu olur. Hatta yazının başlığı da "Mizah ve Muhalefet" olur. Hatta bundan güzel akademik makale de olur, aklımda bulunsun.

Aslında aklımda bunlar yoktu yazıya başlarken ama, mizah ve mizahçı dedikten sonra bir değinme gereği hissettim. Yazıyı mizahçılarla asıl bağlayacağım nokta, mizahçıların müthiş tespit yeteneği ile ilgiliydi. Hayatta görüp ayrıntı diye geçtiğimiz şeyleri, onların kaleminden ve görüşlerinden okuduğumuzda, taklalar atarak gülüyoruz ya yeri geliyor, işte o yer geldi mi çok güzel oluyor. Mizahçının ustalığı da orda ortaya çıkıyor. Misal Umut Sarıkaya yardırıyor bu tespit espirileri konusunda. Bir çok karikatür albümü çıkmışken Sarıkaya'nın böyle bir çalışması olmaması üzücü. Oysa alınıp baş köşeye konulası.

Neyse efendim, bu mizaha ve mizahçıya övgü tandanslı girişimizin ardından, gelelim yazıya başlık olan mevzuya. Bu sefer tespiti ben yapıyorum. Yıllarımı harcadığım minibüslerde, kimi zaman kabus, kimi zaman rüya gibi olan ön tarafta oturma mevzusunu irdeliyorum. Böyle bir irdelemeyi okuyup okumak istemediğinizden de emin olmadığım için, girişi böyle uzattıkça uzatıyorum. Artık okursanız ekime, okumazsanız siz bilirsiniz.

Öncelikle, minibüste ön taraf olarak tabir ettiğimiz yeri tanımlayalım. Bu yer şoför yanındaki ön koltuktan, ön koltuğun hemen yanındaki motorun üzerinde bulunan bölgeden ve şoförün hemen arkasındaki kimi minibüslerde ikili, kimilerinde üçlü olan koltuktan oluşmakta. Bu oturma yerlerini iyiden kötüye sıralarsak, ön koltuk, ikili koltuk ve motor üstü olarak sıralamamız mümkün. Bu üçlü arasındaki zayıf halka ise, şoförün arkasında bulunan koltuk.

Şoförün hemen arkasında bulunan ikili koltuk karaktersiz bir yer efendim. Eğerki bu koltuğun cama yakın tarafına oturmayı başarmışsanız, pek problemli olmayan bir yolculuk sizi bekler. Para uzatma işi genellikle sağ tarafınızda olan garibana kalacağı için, kafayı cama yaslayıp yolu izleye izleye bütün yolculuğu tamamlayabilirsiniz. Hele bir de kulağınızda kulaklık, elinizde kitap varsa, kimse sizi para uzatmak için dürtmez. Tek kötü yanı, minibüsteki sülün gibi manitaları, Adonis gibi oğlanları kesememenizdir.

Fakat cam kenarında değil de, koridordaysanız, sıçtınız efendim. Herşeyden önce minibüse binen yaşlı teyzeye yer verme konusundaki en uygun 2 koltuktan birisiniz. Eğer kapının hemen karşısındaki ikili koltukta orta yaş ve üstüne mensup kimseler varsa, teyze muhtemelen sizi darlayacaktır. Yani bu noktaya oturduysanız, yeriniz garanti değildir. Arka koltuklardan uzatılan paralar da genellikle size ulaşır. Bir arkaya dönüp bir şöföre seslenmekten, muavinlik skilleriniz gelişir. Zaten her an kalkmaya hazır olduğunuz bu noktanın cehennemliğini sizinle paylaşacak ve hatta acınızı kat be kat azaltacak tek bir insan vardır; motorun üzerindeki bölmede oturan insan!

Motorun üzerindeki bölmede oturan insan kalenderdir. Motorun üzerindeki bölmede oturan insan, kıymet bilendir, acılara katlanabilendir, bambaşka biridir. Herşeyden önce bilinmesi gereken şudur, o bölgenin asıl sahibi orada oturan kişi değildir. Orada oturan kişi paraların toplandığı o garip kabın oturduğu evde misafirdir. Ev sahibi ise şoförün kendisidir. Minibüs ağzına kadar dolduğunda, ev sahibi, kiracısına eve bir kişi daha alacağını belirtir ve arkaya dönerek gözüne kestirdiği zavallıya "bilader gel şöyle otur" der. Hık mık edemezsiniz, emir büyük yerden gelmiştir, götünüzün asla sığmıyacağını bildiğiniz o küçük kısma gider götünüzü koyarsınız. Çile başlamıştır. Zaten ağzına kadar dolu olan minibüsle yüz yüze kalmanız yetmiyormuş gibi, bir de titremeye başlarsınız. Motordan gelen titreşimler, size stabil bir oturma pozisyonu yakalama izni vermez. Öne doğru kaymaya başlarsınız. Kaymamak için bacağınızla bir açı yakalar ve karşı kuvvet uygularsınız. Bu noktada oturmanın tek faydası, bu işlem sırasında kazandığınız bacak kaslarıdır. Yolcuyla yüz yüze olmak, sizi otomatikman muavin konumuna dönüştürür. Şoförün arkasındaki ikili koltuğun sağ tarafında oturan şahsın pis pis size sırıttığını görürsünüz. Zar zor oturduğunuz o bölgede, bir de para alış verişini yönetirsiniz. Hele bir de çantanız varsa, kelimenin tam anlamıyla sıçtınız sevgili okur. Zira o çanta size kabus olur. Tutmaya çalışırsınız, tutmazsınız, bacağınızla sıkıştırmak istersiniz, bacak zaten başka bir görevde olduğu için beceremezsiniz. O çanta uygun bir anı bulur ve yuvarlanır gider, acıklı gözlerle ardından bakakalırsınız.

Tabii her zaman bu kadar şansız olmak zorunda da değilsiniz, iyi bir çocuk olursanız, bir gün şoförün yanındaki ön koltukta bile oturabilirsiniz. Hele bir de müzik çalarınız varsa, kendinizi tüm minibüsten soyutlayabilirsiniz. Minibüsün kapıları bir sis perdesini aralıyormuşçacına açılır, hızlı adımlarla boş olduğunu daha binmeden gördüğünüz ön koltuğa yönelirsiniz, "bir Kadıköy" der parayı uzatır ve tekrar kulaklıklarınızı takarsınız. İşte o an adeta taksideymişçesine, adeta kendi arabanızdaymışçasına rahat bir yolculuğa başlamışsınızdır. Tek riskli yanı, kimi zaman şoförün geyiğe kesmek istemesidir. Müzik çalar bu noktada kurtarıcı rolü oynar, kulaklıklarınızı parayı uzattıktan hemen sonra geri takarsanız, kurtarırsınız. Kulaklık filan dinlemeyen şoför abiler için ise, ekstra olarak kitap kullanılmalıdır. Bu ikiliyi efektif kullanmayı öğrendiğinizde, araba almak yerine minibüs ön koltuğu satın almayı dahi düşünebilirsiniz.

Minibüslerin ön bölgeleri, sihirli yerlerdir. Hayatın acı ve tatlı yanlarını size aynı anda sunarlar. Onlardan öğreneceğiniz çok şey vardır. Onlar sayesinde hayata daha güçlü bakar, zorlukları daha kolay aşarsınız. Böylesine güçlü bir karakteri elde edebilmek için, minibüs kullanmak şarttır. Toplu taşıma candır, kullanılmalı ve kullandırtılmalıdır.

18 Eylül 2009 Cuma

Çağrışımsal

Alkışlarla Yaşıyorum diye güzel bir site. İnternetin ünlü mekanlarından, bilen bilir. Kendisinin içersinde bir dolu komikli içerik bulunuyor. Bu komikli lafı da, şu son Hedolu, Nurili reklamda blogta yer buluyor. Bu biraz canımı sıkıyor mu, sıkıyor. Fakat insan bir garip, bazen hiç beklemediği kelimeyi benimsiyor. Misal Kabak'tan bir dönüyor, "geliyore, gidiyore" filan gibi kelimeler dağarcığa giriyor. Mizah dergisi okuyor, dili dile kopyalıyor filan. Bunlar hep oluyor, insan gördüğünden, duyduğundan etkileniyor. Fakat konu bu değil.

Konu bir kısa video. Alkışlarla Yaşıyorum'da karşıma çıkıyor. Zamanının pek başarılı absürd komedisi Kaygısızlar'dan ufak bir sahne ihtiva ediyor. Gani Müjde'nin zamanında çıkarttığı bu ilginç işe, insan yarı hasret, yarı "ulan bu adam şimdi niye böyle işler yapmıyor" kafasında yaklaşıyor. Vakti zamanında kendisinin Penguen'deki köşesi akıllara geliyor, "Lafla peynir gemisi yürümez" dedirtiyor. Video aşağıda duruyor, bir tıklamayla izlenebiliyor. Bir de serbest çağrışımdan akıllara "bir kahkaha, bir pirzola" lafı düşüyor. Selamon öpüyor ve gidiyor.

17 Eylül 2009 Perşembe

Başımıza aldık bir iş ama...

Daha başlarken başlama diye bir ses geliyor içimden bir yerlerden. İçime adam mı kaçmış lan diye düşünüyorum, sonra olmaz öyle şey diyorum tabi. Muhtemelen aşırı tembelliğim itiyor buna beni. E bi de fazla kişisel bir yazı olacak, insanların ilgisini çekmez derdindeyim filan. E ama daha önce de dediğim gibi, komşudan gelen tabak boş gönderilmez. Doruk beyler mimlemiş efendim yine bizi, 100 cümlede kendimizi anlatacakmışız. E bi deneyelim bakalım:

  1. "Sex is like pissing. People take it much too seriously." alıntısını hayatıma motto ederim.
  2. Neredeyse her türlü spor müsabakasını izlerim, curlingmiş, dartmış ayırt etmem, oturur ampul gibi seyrederim.
  3. Futbol, basketbol ve tenis sporlarına ayrı bir gönül vermişliğim, ayrı bir sevmişliğim mevcuttur.
  4. Galatasaray hayatımda önemli bir yer kaplar, bıdı bıdı edeni üzerim.
  5. Futbolu "22 adamın bir topun peşinden koştuğu oyun" şeklinde tanımlayan adamla ilişkimi gözden geçiririm.
  6. Müziğin her genreına açık olmakla birlikte, "Ne olursa dinlerim" demem, rock ve metal müzik severim.
  7. Blues olsun, jazz olsun bu tarz kendi kültürünü yaratmış müzik akımlarını baş tacı ederim.
  8. Konser mevzusunu çok severim, mümkün mertebe giderim.
  9. Rock/metal konserlerinde VIP bilet uygulamasından haz etmem, olayın ruhuna aykırı der bik bik ederim.
  10. Çok bilmiş tavırlar içersindeyimdir, arada adamı sinir ederim.
  11. Kin tutmak, küsmek, bir daha görüşmeyelim tavırlarına girmek gibi hareketlerden nefret ederim, bu hareketlerde bulunan insanları garipserim.
  12. Irkçı, milliyetçi, dar görüşlü, toleransız insanlardan nefret ederim, yanıma yanaştırmam, yanışırlarsa üzerim.
  13. Her hafta mumtazam bir şekilde Leman, Penguen ve Uykusuz dergilerini edinirim.
  14. Çizgi roman olayının sevdalısıyımdır, yıllardır biriktiririm.
  15. Basına dair hep bir ilgim olmuştur, aklımın her zaman bir köşesinde bir dergi fikri, bir t.v. programı fikri filan hep hazır bulunur.
  16. Spor muhabiri olsam, çok mutlu bir adam olabilirim, emin değilim.
  17. Bir çok şeye ilgi duyarım, azar azar hepsine vakit ayırmaya çalışırım.
  18. Hiçbirşeyde iyi bir profesyonel değil, herşeyde beceriksiz bir amatörümdür.
  19. Fotoğraf sanatını ve fotoğraf çekmeyi severim.
  20. Doğaya hayran bir insan evladıyımdır, doğada olmaktan her daim keyif almışımdır.
  21. Din olsun, tanrı olsun böyle kavramlara anlam veremem, 21. yy'da inatla tanrıya inanan insana pek akıl erdiremem.
  22. Dinine saygılı değilim!
  23. Marxistim, sosyalizmin insanlığı kurtaracağına inanırım.
  24. Ekonomik liberalizmin insanı özgürleştirdiğine değil, köle ettiğine inanırım.
  25. Mizahçılara büyük saygım vardır.
  26. Dağcılık sporuna hayranımdır, elimden geldiği kadarıyla icra ederim.
  27. Ekstrem sporların her türlüsünü denemek, gerçekten beğendiklerimi de sıkça icra etmek isterim.
  28. Türkiye'de adam gibi bir roller coaster olsa, sabah akşam binerim.
  29. Bungee jumping mevzusunu hala gerçekleştiremedim, gerçekleştirmeyi çok isterim.
  30. Lise bittiğinden beri saçıma makas değdirmedim, askere kadar da değdirmeye niyetli değilim.
  31. Rasta mevzusunu severim, yaptırmaya niyetliyim.
  32. Dövmeler hoşuma gider, gün gelir de paraya kıyasım gelirse, bir iki tane edinirim.
  33. Yemek mevzusu hayatımda önemli bir yer kaplar.
  34. Yemeğin kültürüne önem veririm.
  35. Olurda bir okula burslu kabul edilirsem gastronomi okumak isterim.
  36. Tiyatronun köpeğiyim, izlemeyi de, hakkında okumayı da, eleştirmeyi de çok severim.
  37. İstanbul Devlet Tiyatrosu'na bayılırım, 4 liraya o muhteşem oyunları ve oyuncuları izlemenin tadına hayranım.
  38. Konservatuarda tiyatro bölümü okumaya kalkıştım, bir baktım siyasal bilimlerde son yaklaşmışım.
  39. Okuduğum üniversiteyi severim, kol kırılır yen içinde kalır, sorunlarını dışarıya pek lanse etmem.
  40. Radyo ve radyoculuk mevzusundan pek haz ederim, şöyle Rock FM, Eksen, Açık Radyo tadında bir kanalda programım olsa, cebime 3-5 kuruş da para konsa, mutu mesut yaşar giderim.
  41. Aktivistliğe inanırım, sesini çıkartmayan, birşeylere karşı olmayan insandan hafif bi tırsarım.
  42. Muhalefet etme konusunda başarılıyım ve muhalefet etmekten büyük tad alırım.
  43. Para harcamayı bilmem, cebimde 3 kuruş tutamam, olana da hayvan gibi abanırım.
  44. Eşya kıymeti pek bilmem, eşyalarımı çok sık kaybederim.
  45. Cep telefonlarıyla aram iyidir, 6 tane kaybettim, şu an 7.sini kullanıyorum.
  46. Elektronik eşyalar çok ilgimi çeker, yeni çıkan teknolojileri hayranlıkla izlerim.
  47. Kitap okumayı pek severim.
  48. Edebiyat eserlerine köpek gibi para harcarım, üzülmem, yine olsun yine harcarım.
  49. Alkol bizim canımız, kendisini pek severim.
  50. Birayı koynuma alır yatarım, kendisine pek fena hayranım.
  51. Tekilayla düzeyli bir birlikteliğim vardır, birayla birlikte tüketirim.
  52. Viski her türlü gider hacı, şekline şemaline bile hastayım.
  53. Ortalama fiyatlı viskiler söz konusu oldu mu Jack Daniel's alır keyfime bakarım.
  54. Bir evin dolabında muhakkak en az bir şişe rakı ve bir kaç bira olması gerektiğine inanırım.
  55. Güzel hatun buldum mu hiç acımam, aynen yazılırım.
  56. Zor sinirlerim, beni sinirlendirmeyi başaran insana şaşırırım.
  57. İhtisaslı tembelimdir.
  58. Bir iş muhakkak yapılması gerekene kadar yapmam.
  59. Son dakika adamıyımdır, son dakikada gelen yaratıcılığa inanırım.
  60. En korktuğum şeyler arasında "sıçtın mavisi" yer alır.
  61. Teknolojiden anlamak ve anlamamak arasında bir noktadayımdır.
  62. Bisiklet sürmeyi bilmem, eksikliğini çok hissetmem.
  63. Araba kullanmaktan keyif alırım.
  64. Eski nesil, hava soğutmalı (hani yavurun beatle bizim tospaa dediğimiz) VolksWagen'dan daha güzel araba yapılmadığına dair sağlam bir inanca sahibimdir, kedinlerini sürmesi bile ayrı keyiftir.
  65. Gezmek, seyahet etmek, yeni yerler görmek çok sevdiğim şeyler arasında yer alır.
  66. Trenleri, rayları, tren yollarını, trenle yol almayı pek severim.
  67. Of uzun yola çıkıcaz, çekilmez bik bik diyen adamla ilişkimi gözden geçiririm.
  68. Eş, dost, muhabbet, sosyalleşmek filan, acaip hoşuma giden şeylerdir.
  69. Yeni insanlarla tanışmayı çok severim, gittiğim her yerde mümkün olduğu kadar yeni insan tanımayı isterim.
  70. Dans mevzusundan pek haz etmem.
  71. Resim konusunda inanılmaz derecede yeteneksizimdir.
  72. Board gameleri severim.
  73. Tavlada alayınızın eline veririm.
  74. FRP oynamak konusunda her daim istekliyimdir.
  75. Şu an bilgisayar kilitlendi, sadece bu pencereyi kullanabiliyorum, yani ne kadar ah ulan yeter desem de, sike sike bu yazıyı yazıyorum. Diğer bir değişle, başladığım işi bitirme konusunda pek becerikli değilimdir.
  76. Çok çabuk dikkatim dağılır, geri toplaması zaman alır.
  77. Sayılarla aram hiç iyi değildir.
  78. Pozitif bilimlerden hiç haz etmem, pozitif bilimlerin var olmasının sosyal bilimlere bağlı olduğunu düşünürüm.
  79. Ne kadar becerebiliyorum bilmem ama, yazı yazmayı severim.
  80. Kadıköy benim için ev gibi yerdir, gittim mi kendimi huzurlu hissederim.
  81. Mekan tutarım, Kadıköy'e gidiyorsam, Taksim'e gidiyorsam hangi bara oturacağım bellidir.
  82. Teacher's Pub ve Thales hayatımda önemli iki yerdir, oralarda içmeyi severim.
  83. Poz atan, trip yapan insandan hiç haz etmem, yanıma gelsin istemem.
  84. Çay mı kahve mi deseler, çay derim.
  85. Etobur sayılabilecek düzeyde et yerim, sebzeye de midemde yer vardır, yeterki güzel pişirilsin.
  86. Bamyayı yemek bi kenara, adını ağzıma almamaya özen gösteririm, mecbur kalır değersem duşa girerim.
  87. Duş almaktan haz etmem, insanlığın bu büyük zaman kaybına acilen bir çözüm bulmasını isterim. (Yıkanmamak, deodorant/parfüm filan çözüm değil. Adam gibi sistem icat etsinler, içine girelim çıkalım, 2 dakkada tepeden tırnağa pırıl pırıl olalım, benim arzum bu.)
  88. Evde aylık etmekten keyif alırım, yeri gelir kanepeye yatar bütün kıçımı bir o yana bir bu yana yuvarlarım.
  89. Televizyonu açtım mı ya spor kanallarına, ya haber kanallarına, ya da çizgi film kanallarına takılırım, dizi mizi mevzularına internetten akarım.
  90. Dizi dediğin 20 dakika ve komik olmalı, drama dizilerine soğuk bakarım.
  91. Çizgi filmlerden pek haz ederim, yeri gelir saatlerce kesintisiz Nickelodeon izlerim.
  92. Family Guy'ı dünya televizyon tarihinde bir kilometre taşı, bir efsane olarak görürüm.
  93. Torentten filan anlamam. Paylaşım programı olarak eMule kullanırım.
  94. Telif hakkı mevzusundan haz etmem, sanatın bedava olarak ulaşılabilir olmasından yanayım.
  95. Nedense gece uykusundan pek haz etmem, sabah uykusuna bayılrım.
  96. Metal müzik türleri arasında en çok thrash metale hastayım.
  97. Sinemayı pek sever, kütür kütür de izlerim.
  98. Halı sahaya gitmeyi pek severim, mevki olarak kaleyi benimsedim. (Halı sahaya kaleci lazım olursa bi ses ediyosun, aynen ordayım.)
  99. Fotoğraflarda olmayı severim ama fotoğraflar beni sevmez, çirkin çıkarım.
  100. Doruk iyi çocuktur, bu hayvan gibi mimi bana soksa da, yanaklarını sıkarım.

15 Eylül 2009 Salı

Bitti


Grand Slamlerin yeni kıtada oynananı, US Open, bir kaç saat önce bitti. Üstelik, biten sadece turnuva değildi. Roger Federer'in inanılmaz serisi de sona erdi. Üstelik bu seriyi 20 yaşında bir tenisçi, Juan Martinez Del Potro bitirdi. Roger Federer'in yenilmesine alışık olmayan bizlerin ise, bu yenilgi üzerine içinde bir ağaç devrildi.

Maç beş sete kadar uzadı. Çok kötü başlayan Del Potro ilk seti 6-3 verdi. İkinci sette, Federer servis kırmaya çok yakınken, genç raket oyunu kazandı ve seti tie-breake taşıdı. Biz Federer seti burdan vermez derken, kötü başlayan Del Potro, süprizin kralını yaptı. (Burada bir not düşmek gerek, tie-break uygulaması dieğr grand slam finallerinde yer almazken, sadece Amerika Açık'taki finallerde tie-break kuralı geçerli oluyor) Federer'in tie-break karnesi oldukça iyi. Rakibinin de iyi bir tie-break grafiğine sahip olduğu bir gerçek. Fakat kariyerinin ilk Grand Slam finalini oynayan 20 yaşında bir gencin, Federer'i tie-breakte yeneceğini, eminim kimse beklemiyordu. Bu büyük süprizle üçüncü sete gidildi, üstat bekleneni bu sefer verdi, seti cebe indirdi. 6-4. Dördüncü set tam bir kader seti oldu. Federer bir çok kez maçı alacak fırsatları yakaladı, ancak yararlanamadı. Bir öyle bir böyle derken, set yine tie-breake kaldı. Federer tie-breakin hemen başında çift hata yaparak, "lan noluyor?!" deditti. Biz daha ağzımızı kapayamadan, Del Potro tie-breaki kazanıp, seti bitirdi. Son set ise, biz Federer severler için tam bir hayal kırıklığı. Federer toplamda 60 basit hata ve 11 çift hatayla oynadı! Son seti genç oyuncu 6-2 kazandı.
20 yaşındaki Juan Martin Del Potro US Open 2009'a, adını şampiyon olarak yazdırdı!

Maçın bitimiyle Del Potro'nun aşırı duygusal tavrı, kazandığına adeta inanamayarak hüngür hüngür ağlaması, "en büyük hayallerimden birini gerçekleştirdim, bir diğeri Federer gibi olmak, fakat bunun için daha çok çalışmayalım" şeklindeki açıklaması, bir Federer sevdalısı olan beni bile etkiledi. E bir de Arjantin sever olarak, bu sempatik ve genç Arjantinlinin kazanması, beni çok da yaralamadı. Federer ise US Open'ı 5 kez üst üste kazandıktan sonra, bir rekor olan 6. galibiyeti kaçırdı ama efendiliğini ve sportmenliğini hiç bozmadı. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu ünvanını hak eden bu insan, açıklamaları ve genç oyuncuya olan övgüsüyle, yeniden gönülleri kazandı.

Federer, oynadığı Grand Slam finallerinde, sadece Rafael Nadal'a yenilmişti. Del Potro'nun finale gelmeden önce Rafa'yı devirmesi, hepimize bir "lan yoksa?" dedirmişti ancak 20 yaşında bu kadar tecrübesiz bir ismin Roge'yi devirmesi beklenmedik birşeydi. Gün oldu, devran döndü, mucizeler bu gece US Open finalinde görüldü. Bu genç isim, bu muhteşem bir performans çıkartarak ilk Grand Slam finalinde Federer'i deviren bu isim, yeni nesil tenisçiler arasından sıyrılıp, kalbimizi çaldı götürdü. Tebrikler Del Potro, tebrikler Federer. Ocak 2010'da, Avustralya açıkta görüşmek üzere.

13 Eylül 2009 Pazar

Hayat fena halde futbola benzer....


Böyle diyor Savaş Dinçel, Hacı karakterini canlandırdığı "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı filmde. Çok da güzel diyor. Zaten Serdar Akar da çok güzel bir film çekiyor. Erkan Can "kalesinde" devleşiyor, Uğur Polat, Müşfik Kenter gibi isimler az süre aldıkları maçta muhteşem bir performans ortaya koyuyor. Tek sırıtan takımın yıldız forveti Rafet El Roman, o da oyunu çok iyi bilen takım arkadaşları sayesinde maçı kurtarıyor.

"Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" filmi muhteşem bir film. Teması futbol. Hatta daha da ötesi, amatör futbol. Haliyle çok sevmek için biraz da "oyunu" sevmek gerekiyor. O toprak sahada kalkan tozun, krampon darbesiyle yarılan bacağın, uğruna krampona kafa uzatılan bir takımın sevgisi yoksa yürekler de, belki de anlam ifade etmiyor. Hayat fen halde futbola benzer denildiğinde, ne alakası var diyecek insana, bu film pek de yakışmıyor.

Gerçi şurası kesin, "ne alakası var" diyecek insanın kesinlikle izlemesi gereken bir film "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar". Futbolun neden hayata fena halde benzediğini, çok güzel anlatıyor. Bizim bu oyunu neden bu kadar sevdiğimizi de, bizi bir türlü anlamayanların gözüne gözüne sokuyor. Simon Kuper'in "Football Against The Enemy" adlı yapıtında gösterdiğini, futbolun asla futbol olmadığını, bize bir de Esnaf Spor anlatıyor.

Film bununla da kalmıyor, "Endüstriyel futbola hayır!" sloganının içini dolduruyor. Paranın nasıl oyunun üstünde yer ettiğini kanıtlıyor. Profesyonellik diye bize yutturulanın bir kaç adamın at koşturmasından ibaret olduğunu bize gösteriyor. Sektöre dönüşmüş, endüstriyelleşmiş bir futbolun, futbol olmaktan çıktığını ispatlıyor.

Bunun hayata fena halde benzeyen bir oyun olduğunu yeniden bize hatırlatıyor. Onlar olmadan senin bir bok ifade etmediğini gösteriyor. Ekip olmanın, dayanışmanın, amaç için bir olmanın ne kadar kutsal olduğunu akıllara yerleştiriyor. Modern dünyanın getirisi diye bize yutturulan profesyonel hayatın, bir sikim olmadığını, mutluluğun amatör ruhta yattığını kanıtlıyor. Film, hayata ortayı, soldan açıyor.

Bir boş vaktinizde izleyin efendim bu filmi. Hatta bu filmi izlemek için boş vakit yaratın. "Bir futbol topu peşinde koşan 22 adam" diyerek, küçücük beyninizin anca yetebildiği o manasız aşağılamanızı da aklınızdan çıkarmayın. Filmin sonunda yine aynı lafı edebiliyorasanız, bu blogu da ne olur tekrar açmayın. Hatta inatla aynı lafı diyen herkesin ta amına koyayım.

7 Eylül 2009 Pazartesi

The Boat That Rocked!


Sanırım herşeyden önce şunu söylemek lazım, LONG LIVE ROCK 'N' ROLL. Kesinlikle şu filmin ağzımızda bıraktığı bu muhteşem tadın en önemli mesulu, o muhteşem rock n roll ruhudur efendim. Zira film ekibi de bu ruhun gücünün farkında ki, üşenmeyip bize harika bir film yapmışlar, adını da The Boat That Rocked koymuşlar.

Kuzey denizinin ortasında bir gemi, içinde bir sürü adam, bir de lezbiyen kız. Hükümetin karşı olduğu rock n roll'u 24 saat susmadan çalıyorlar! Ülkenin yarısı, tam 25 milyon kişi de onları dinliyor. Sene 1966. Hükümet bunları kapatmak için uğraşıyor filan, ortaya tadından yenmeyecek bir film çıkıyor. 10 üzerinden 10 veriyorum kendisine, hiç bir yerinden not kıramıyorum. Bu kadar beğendiğim bir filmin de tutup eleştirisini yazmıycam buraya, gidin izleyin işte. İnanın pişman olmazsınız, hatta bana teşekkür edersiniz. Ben filmden haberdar olmamı sağlayan Pınar'a (ıslakkarga) çoktan müteşekkir oldum bile.

Tabii şu da kesin, filmden alınan tadın bu derece tatminkar olmasını sağlayacak önemli bir ön koşul var, rock n roll ruhuna aşık olmak! School of Rock filmi de öyleydi, eğer gerçekten rock müzik sevdalısıysanız, sıradan bir izleyiciye nazaran çok daha yoğun duygularla izliyordunuz o filmi. Bu film de öyle. Herşeyden önce bize rock n roll ruhunun nasıl koca bir ülkenin yarısını ele geçirebileceğini, bu duygunun yarattığı birlik hissinin ne boyutlara gelebileceğini filan çok keyifli bir şekilde gösteriyor. Siz de tıpkı 1966 İngiltere'sinin yarısı gibi, o ekibin bir parçası ve rock n roll ruhunun taşıyıcısı olmak istiyorsunuz.

Bir de beni filmin içine biraz daha çeken ufak bir detay da var. Bu sayfaların birinde, okul radyosundaki deneyimlerimden üstünkörü bahsetmiştim. Filmde de görebileceğiniz üzere, radyoculuk, bir radyo ekibinin parçası olmak, bu ekip amatör ruhunu koruyabilmişse ve radyoculuğu gerçekten müzik aşkı için yapabiliyorsa, inanılmaz bir iş. Bizim sikindirik RadyoSU bile, bir arada olmanın ve sayısı ne kadar az da olsa insalara ulaşmanın keyfini dibine kadar yaşayabildiğin bir yer. Bir de milyonlarca insana sesini ulaştırabildiğini düşün!

The Boat That Rocked sıkıcı bir pazartesi gününde, tatil planları yan çizen arkadaşlar yüzünden suya düşmüş, yapacak hiçbir iş olmadan evde oturan şu bünyemi, rock n roll isyankarlığı, neşesi ve birlik hissiyle doldurdu. Radyoculuk mevzusuna ne kadar aşık olduğumu ve insanların müzikle birleşmesi fikrine nasıl da hayran baktığımı yeniden kanıtladı. Okulun açılmasıyla birlikte yaratacağım ve çok inandığım bir projenin fikrine temel hazırladı. Beni bu kadar mutlu ettiyse, sizi de eder diye düşünmekteyim. Bence, izleyin.

3 Eylül 2009 Perşembe

Ey Özgürlük!

Zülfü Livaneli. Bir sanatçı. Bir siyasetçi. Siyasetçiliği beş para etmese de, sanatçılığıyla milyonları peşinden sürüklemiş, şarkı ve türküleri milyonların direnişine eşlik etmiş bir insan. Son günlerde yine gündemde. Fakat bu sefer ne yazıkki yüzlerde gülümsemeyle değil, derin bir nefretle. Livaneli, milyonların diline pelesenk olmuş, mücadelelere marş olmuş o çok ünlü eseri "Ey Özgürlük" şarkısını, Vodafone firmasına 300 bin dolar karşılığında satmış bulunmakta.

Belkide haftalardır dönüyor reklam. Eminim hepiniz farkındasınızdır. Belki sizin için sadece hoş bir süprizdi o şarkıyı o reklamda duymak. Belki de hiç kafanıza takmadınız. Fakat, bizlerin kafasına takıldı. O şarkıyı mücadelesinin yoldaşı etmişlerin aklına takıldı. Şu an bu yazıyı yazarken bile arkada Livaneli'nin eserleri çalıyor. Şimdi soruyorsunuz belki de, bir sanatçının eserinden para kazanması, nasıl yanlış olabilir? Eğer o sanatçı, o eseri, sattığı firmanın temsil ettiği herşeye karşı yazdıysa, işte o zaman yanlış olabilir.

Yıllarca emperyalizme karşı konuştu Livaneli. Sürgün yıllarım diye hitap ettiği dönemdeki eserleriyle de, görüşlerine sahip çıkanların bam teline dokundu. Mücadeleyi destekledi, ateşledi. Şimdi bütün bunları yapan kendisi değilmiş gibi, yıllarca karşı durduğu bir düzenin daha da alıp yürümesi için, eserini firmaya satıverdi. 300.000 dolar karşılığında. Anladıkki, Livaneli'nin de siyasetine tüm bağlılığı, 300.000 dolarmış. O parayı veren, Livaneli'yi satın alırmış.

Diyorki benim şarkılarım artık halka mal oldular, diyorki ben o şarkıyı genç kuşaklar tanısın diye sattım. E be Livaneli, dağıtsana o zaman o 300 bin doları, o halka ve o genç kuşaklara. Elde ettiğin bu artı değeri, gerçekten toplum için kullansana. Yıllarca insanlığı insanlığından çıkarmış bu artı değer değil miydi? Yıllarca siyasetini bu yönde şekillendirmedin mi sayın Livaneli? Şimdi ne değişti? Gözünü para hırsıyla ne boyadı?

Daha fazla diyecek birşeyim olduğunu sanmıyorum. Fakat, konuyla ilgili olarak online mecmua soL'da çıkan bir yazıyı da sizinle paylaşmak istiyorum. Tıklayınız. Bu noktadan sonra, ne yapsak nafile. Özgürlüğün marşı, özgürlüğü yok edenlere satılmış, biz bu mücadeleye sahip çıkanlar şaşırıp kalmış. Ne yapalım? Fakat bilinsinki, o şarkı daima bizim özgürlük marşlarımızdan biri olacaktır, asla ve asla, hiçbir neslin aklında Vodafone reklam cingılı olarak kalmayacaktır.

Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını. EY ÖZGÜRLÜK!

1 Eylül 2009 Salı

Quis custodiet ipsos custodes?


Bir iki başarısız giriş denemesinden sonra, aslında neden uzun zamandır hiçbir şey yazmadığımı da anladım. Yazı yazmaya çalışmak beynimi acıtıyor ve uzun bir süredir sabaha kadar oturup akşama kadar uyumaktan başka hiçbirşey yapmayan zihnim, bu acıyı pek de kaldıramıyor. Fakat, ne olursa olsun, yazmak bir gereksinim hali de olduğundan, insan zihnindekileri yazıya dökmek istiyor. Üstelik buranın yaşamasını, aktif olmasını isteyen şu bünyeme, bloga birşeyler eklemek, her ne kadar beyin yorucu olsa da, büyük haz veriyor.

Peki başlıkla yukarıda yazanlar nasıl bir bağlantı içeriyor? Eğer zorlarsak, elbette felsefik bir bağ yaratmak mümkün, fakat aslına bakarsanız yukarıdakiler sadece benim kişisel serzenişlerimden oluşuyor. Başlığın İngilizce'ye bire bir çevirisi, "Who will guard the guards themselves?". Romalı şair Juvenal'den bir alıntı. Fakat biz, bire bir tercümesinden değil de, İngilizce'ye "Who watches the watchers?" şeklinde geçmiş halinden bahsedicez. Yani; "Gözcüleri kim gözlüyor?".

Eminim çizgi roman kültürüne aşina olanlar gerek bir önceki paragraftan, gerek başlıktan, gerekse yazının başında kullandığım görselden konunun nereye gideceğini kavramıştır. Konumuz, Watchmen! Çizgi romanlar tarihinin belki de en önemli eseri. Times dergisi tarafından hazırlanan yüzyılın en önemli edebiyat eserleri arasındaki tek çizgi roman. Ülkemizde daha çok "V For Vendetta" ile tanınan ancak en az onun kadar ünlü "Swam Thing", "Miracleman" ve "From Hell" gibi eserleri de kaleme almış Alan Moore'un bir üretimi. Alan Moore için kimileri dünyanın en önemli çizgi roman yazarı diyor, karşı çıkılması güç bir iddia. Watchmen'in çizimlerini ise, Dave Gibbons tarafından gerçekleştirilmiş. 1973 yılında başlamış bir çizgi roman kariyeri, bir çok önemli işte yer almış çizimleri ve yazdığı hikayeleriyle komple bir çizgi roman insanı Dave Gibbons.

Alan Moore bu çizgi romanda soğuk savaş dönemi için alternatif bir senaryo yazıyor ve paranoyanın tavan yaptığı bu süreçte maskeli kahramanların yerini inceliyor. İnanılmaz derinlikli yazılmış karakterler, muhteşem bir atmosfer ve güçlü bir finalle sonlanan kusursuz anlatım. Alan Moore'un Watchmen'de bizlere sunduklarından sadece bir kaçı. Çizer Dave Gibbons ise, Moore'un yarattığı bu inanılmaz hikayeyi muhteşem şekilde resmediyor. Yaratılmış alternatif gerçekliği, muhteşem çizemleriyle adeta zihnimizin içine yerleştiriyor. Bir çizerin dahi hayal gücünü zorlayacak Alan Moore'un o fantastik dehasını, muhteşem şekilde resimliyor ve kusursuz bir çizgi roman okumamızı sağlıyor.

Bu efsane çizgi roman üzerine, daha ne söyleyebilirim, inanın aklıma gelmiyor. Zira Alan Moore'un yarattığı ve Dave Gibbons'ın resimlediği bu eseri eleştirmek, benim gibi amatör sayılabilecek bir çizgi roman tutkununun, amatör sayılabilecek bir edebiyat tutkununun yeteneklerini aşıyor. Zihnimdeki görüşler ise, yukarıdaki paragraflar da yer alıyor. Fakat, her ne kadar yine amatör bir sinefil sayılsam da, Watchmen'in sinema uyarlamasına ağız dolusu küfürler edebilmek için, inanın sadece çizgi romanı okumuş olmak yetiyor.



Watchmen'i beyaz perdeye uyarlayan yönetmen Zack Snyder. Kendisini belki de yarattığı atmosferden ötürü tebrik etmekte fayda var gibi görülebilir. Ancak, başlarda yakaladığı muhteşem havanın, film ilerledikçe içine sıçıyor. Bunda filmin uzun olmasının etken olduğu düşünülebilirse de, şahsi kanaatimce bu bir sebep dahi arz etmiyor. Çizgi romanın grafiklerinin içerdiğinden çok daha öte kullandığı şiddet ve seks, yönetmenin tercihi gibi görülebilir ancak film ilerledikçe damakta ucuz bir gişe hamlesi tadı bırakıyor.

Yönetmenin filmin içerdiği rezalet oyunculuğa nasıl olup da müdahale etmediği, akıllarda çok önemli bir soru işareti bırakıyor. Filmin belkide en önemli karakterlerinden biri olan Miss Jupiter'i oynayan Malin Akerman'ın yeteneksizliği, filmi izleyen insanları kanser edebilecek düzeyde. Kendisi sadece sevişme sahnelerinde başarılı bir performans sergiliyor ve bu özelliğiyle de oyunculuk motivasyonunu nasıl sağladığını bana çok merak ettiriyor. Ozymandias ve Dr. Manhattan gibi iki kilit karakteri canladıran isimler Matthew Goode ve Billy Crudup vasatı aşamıyor. The Comedian'ı canlandıran Jeffrey Morgan film genelinde iyi sayılabilecek bir oyunculuk sergilemesine karşın Moloch'la dialoglarının geçtiği o kilit sahnedeki inanılmaz sıçışıyla, izleyenleri sinir küpü ediyor. Nite Owl II karakterini canladıran Patrick Wilson başarılı filmdeki başarılı diyebileceğimiz ender oyunculuklardan biriyle izleyici karşısına geliyor. Filmin en başarılısı ödülü ise, hiç şüphesiz Rorschach karakterini canlandıran Jackie Halley'e gidiyor. Filmin yarısında yüzünde maske vardı lan diyenler haklı olabilir tabii ama, gerek maskeyle gerekse maskesiz sergilediği performanslar, bu vasat ekibin arasından kolayca sıyrılmasını sağlıyor.

Filmin belki de en güzel yanı, çizgi romandaki fantastik görsellerin perdeye güzel bir şekilde aktarılmış olması. Karakter kostümleri, Night Owl'un hava gemisi Archie, Mars'taki sahneler ve Dr. Manhattan beyaz perdede gerçekten hoş duruyor. Ancak bunu gerekli prodüksiyon bütçesine sahip her ekibin gerçekleştirebileceği düşünüldüğünde, pek de öyle ahım şahım birşey olmadığı ortaya çıkıyor. Yine de, Rorschach'ın maskesini her kim modellediyse, büyük bir alkışı hak ediyor.

Watchmen uzun bir eser. 32 sayfalık 12 sayıdan oluşuyor. Bu da eserin beyaz perdeye yansıtılma sürecini zora sokuyor. Bana kalırsa Watchmen de tıpkı LOTR'da olduğu gibi 3 film halinde beyaz perdeye aktarılmayı hak ediyor. Zira, koskoca eseri tutup da tek filme sığdırmaya çalışınca, elimizde böyle boktan bir iş kalıyor. Yönetmen ve yazar ekibi, ilk maskeli kahramanların, onların ilk ekiplerinin nasıl toplanıp dağıldığını anlatmak için hoş bir yöntem seçmiş. Her ne kadar çizgi romanı okumamış kimseler için o sahneler anlamsız olsa da, çizgi romanı okuyanlar için haz verici oluyor. Bizler madem hikayenin bu kısmı bu kadar özet geçildi, o zaman asıl hikayeye mhteşem yönelirler derken, hayal kırıklığının en büyüğü bu noktada geliyor.



Edebiyat eserlerinin beyaz perdeye aktarılırken kesintilere uğraması, bir parça değişmesi kabul edilebilir. Peter Jackson'ın Tom Bombadili perdeye aktarmaması bile bir şekilde sineye çekilmişti. Ancak Watchmen'deki senaryo değişiklikleri, insana kafayı yedirtiyor. Hikaye inanılmaz derinlik katan olaylar, hikayenin finali şekillendirien sekanslar Watchmen'in sinema uyarlamasında yer almıyor. Zaten bu yer almayış, filmin, hikayenin finalinden çok farklı, über dandik bir sonla bitmesine sebep oluyor. Bütün bunlara da eseri tek bir filme sığdırma çabası neden oluyor.

Sonuçta, elimizde iki ürün kalıyor. Biri çizgi roman tarihini köklerinden sarsan ve dünyanın en önemli yapıtları arasında yerini alan Watchmen, bir diğeri ise bu muhteşem eserin tüm heybetini ve görkemini ayaklar altına alan bir Zack Synyder filmi. İnsan gördükçe üzülüyor, üzüldükçe gözün kör olsun para diyor. Gişe beklentileri ve eserin tek filme sığdırılma çabası, bu kusursuz çizgi romanın, düdük gibi bir film uyarlamasına sahip olmasına neden oluyor.

14 Ağustos 2009 Cuma

Mimlenmişim v.3

Efendim adettendir, komşudan gelen tabak, boş gönderilmez. Bizim komşu genç Doruk da bana içi mim dolu bir tabak göndermiş, afiyetle tükettik. Tabağı geri göndericez ama, malum boş gönderemiyoruz. Adetler filan. Tabi şimdi hemen hani devrimci adamdın, hani Marx hayranıydın, ne oldu, adet madet, çelişiyorsun kendinle diye atlıyacak insanlar ordan burdan, onlara zamanının gazete reklamındaki gibi "yapma bunu!" diyorum. Yaşadığın toprakların dinamiklerini kavramadan, nasıl o topraklardaki hayatı değiştireceksinki? Komşusundan gelen tabağı boş gönderen adam, bırak devrimciyi, Allame-i Cihan olsa, yine de dinletemez kendisini. O yüzden işin bu kısmını burada bırakıyor, pek sevgili komşum Doruk'a, mimle dolu olarak gönderdiği tabağını, mimle dolu olarak geri iade ediyorum:

1. Neden blog yazarsınız?
-Aklıma birşeyler geliyor, sonra o birşeyleri yazasım geliyor, yazdıklarımı paylaşasım geliyor filan... Aslında en temelinde amaç sosyal olmak sanırım. Kimsenin okumayacağını bilsem yine yazar mıydım, inan bilmiyorum. İnsanlarla iletişim halinde olmayı seviyorum ve blog da bana başka bir iletişim kanalı sağlıyor işte. Hafiften ego tatmini de söz konusu tabii, onu da inkar edemem. Yaptığı birşeyin beğenilmesinden, kim haz etmezki?

2.
Son zamanlarda vakit ayıramadığınız bir uğraş?
-O kadar çokki. Hatta buyrun sizi "Sarıyorum Mütemadiyen" başlıklı yazımıza alalım.

3.
Şu anda imkanınız olsa gerçekleştireceğiniz hayaliniz?
I wanna a helicopter upto roof and 1 million dollars, cash!

4. Hayatınızda iyi ki yapmışım dediğiniz 3 şey?
-Yaptığım şeylerin hepsiyle aram pek iyi. O sebeple, bu kadar çabuk bayan ve sorumluluklarını bir türlü adam akıllı üstlenemeyen bir birey olmak dışında yaptığım herşeyi bu üç şey arasına sokuyorum.

5. Mutfakta en sevdiğiniz uğraş nedir?
-Mutfak fantezisi! Ya ne olacağdı? Hatun yoksa da, basit ama lezzetli yemek üretmek. Pilav, makarna, omlet ve türevleri öğrenci yemekleri konusunda alayınızın eline veririm, acımam. Barbunya, ıspanak, karnıyarık filan gibi daha komplike yemeklerde ise kapışırım, fazla pratik sahibi değilim.

6. En sevdiğiniz üç yemek?
Arkadaşım en sevdiğim yemekleri 3e indirgeyebilsem, sence bu kadar göbeğe sahip olur muydum? Yemek dediğin bildiğin efsanevi birşey, birçoğuna hayranım. Sevmediğim üç şey sayabilirim ama; bakla, bamya, kereviz.

7. Giyim konusunda abarttığınız eşya?
-Şort, tişort ve parmak arası terlik. 4 mevsimin 3ünde bunları giymemem lazım sanırım, en azından annem öyle diyor. Annem diyorsa doğrudur, kadın iyi anlıyor bu işten. Ha doğru diye ben yapar mıyım, yok canım, ne münasebet. Vazgeçmem şortumdan, vazgeçmem parmak arası terliğimden.

8.
Çocuklarınıza nasıl hitap edersiniz?
-Hımm, henüz öyle bir şeye sahip değilim ama, eğer olsaydım muhtemelen "hacı, abi, moruk" filan diye hitap ederdim. Bilmiyorum, genelde diğer insanlara böyle hitab ediyorum.

9.
Sizi anlatan bir resim?

(bu sonuncusu şahane oldu, daha iyisi olamazdı)

RadyoSU Rocks!


Yok efendim, bu böyle olmayacak. Okul hayatı ve blog insanı olma işi pek birbirini desteklemiyor. Aslında hani konu çıkartma açısından filan yardımı olduğu düşünülebilir ama, yurtta yaşanan şeylerin herbirini bloga yazmak da, pek konu arz etmiyor. İstiyorumki buralar böyle daha bir heyecan verici olsun, mevzu "bugün ne yaptım" mevzusuna dönmesin.

Ha tabi bakın bir de şöyle birşey var, iyi anlatmayı başarıyorsan, belki de bugün ne yaptığını anlattığının pek önemi olmaz. Sonuçta insanlar üslubu beğenip okur filan, yine mevzu döner. Bu da bizi yılların tartışmasına sürükler, ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemli.

Bunun gibi tartışmalardan çok var. Anlamıyorum, insanlar neden net cevabı olmayan şeyleri ortaya atmayı bu kadar çok seviyor. Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan? Lan sanane. Kaldıki bariz bir şekilde yumurta tavuktan çıkar, yumurtadan çıkan şey tavuk değil, bildiğin civcivdir.

Tabi eleştirmemin yanı sıra ben de yıllarca bu tartışmaların içinde bulundum. Üslup mu önemlidir içerik mi, sanat sanat için midir halk için mi, saatlerce tartıştım bunları. Saatlerce argüman ürettim düşüncelerimin doğrulukları konusunda. İnsanlar da saatlerce bana karşı argüman ürettiler. Tek yaptığımız sergi açılışlarında beleş şarap içmekti oysaki, fakat böyle şeyleri tartışınca, bayaa artistik oluyordu, çekinmedik yaptık artistliğimizi.

Kişisel fikrimi merak ediyorsanız, sanat kesinlikle halk içindir, onu geçtim. Ha tabi bunu katı anlamda söylemiyorum, sanatçının egosunu tatmin etme hakkına, kendi düşünce alemini yaptığı sanat her ne ise ona yansıtma özgürlüğüne filan itirazım yok. Benim demek istediğim şey, sanatçı toplumdan uzak yaşayamaz. Onu besleyen şey zaten toplumdur, zaten insandır. İnsandan aldığını insana iletme konusunda sanatçının sorumluluğu vardır. Sonuçta, sanatçı bir aydındır. Aydın kimliğini kabul etmiyorum, ben hiçbirşeyim sadece egomu tatmin ediyorum diyen sanatçı, sorumluluklarından kaçan gerizekalı bir kopyacıdır. Ha ama şu üslup ve içerik meselesine dönersek, o konuda biraz benim de şüphelerim var.

İçeriği desteklemediğin sürece üslubun, üslubu deteklemediğin sürece de içeriğin bir anlamı olmuyor. Bir şekilde ikisi de birbirinden besleniyor. Bu durumda üslub değil içerik ya da içerik değik üslub önemli diyen insanlar, sanırım işleri üzerinde yeterince çalışmak istemeyen bir avuç tembelden başka birşey olmuyor. Sanat sanat içindir diyen artizlerin de sorunu bu sanırım. Sanatçının tembeli hiç çekilmiyor.

Bir de sanatçının genç olanı var, o tam bir felaket. Kendini nereye koyacağını filan bilemiyor bunlar, bir garip oluyorlar. Bunlardan bir tabur var şu an bizim üniversitede. Türkiye Gençlik Senfoni Orkestrası müzisyenleri kendileri. Cem Mansur yönetiminde bir konser için Türkiye'nin çeşitli illerinden seçilip getirilmişler. Seçilmişi böyleyse diye hafif bir tıkanma yaşamıyor değil insan. Bir yandan da garip bir efendilik var bır kısmının üzerinde, insan ne diyeceğini şaşırıyor.

Çarşamba günü RadyoSU olarak bir parti düzenledik. Bizim üniversitenin ilk yaz dönemi ve ilk açıkhava partisi olma özelliklerini barındırıyordu kendisi. İzni almamızda rektörün daha göreve bir kaç hafta önce gelmesi ve gelir gelmez çeşitli organizasyonlarda RadyoSU'nun ne kadar iyi iş yürüttüğünü görmesi etken oldu. Çarşamba gecesi, bir hayli eğlence doluydu.

Türkiye Gençlik Senfoni Orkestrası'nın okulda bulunması bizim için önemli bir avantajdı. 50 kişi anca çıkar dediğimiz partide yaklaşık yüz kişiydik ve 360 bira sadece 1.5 saatte tükendi. Üstelik biralar sıcak ve 5 liraydı. -Bu müthiş satış performansında üstün pazarlama yeteneklerimin rol oynadığına inanıyorum :P- Orkestra şefi Cem Mansur, çıkarttığımız işi çok beğenmiş ve rektörü arayıp bir parti daha organize etmemizi istemiş. Rektör de haliyle bu isteği bize iletti, derhal kabul ettik. Yani tepedeki başlığın ve afişin sebebi, ahanda bu gelişmelerdir efendim.

Peki RadyoSU nedir? RadyoSU Sabancı Üniversitesi'nin en eski klüplerinden biridir. Okul öğrencilerine profesyonel ekipmanlara sahip bir stüdyoda radyo yayını yapma olanağı ve çeşitli derslerle de djlik performansı öğrenme imkanı sağlar. Bu gibi partilerle de, öğrendiklerini uygulamaya dökmelerini. Böyle de ulvi bir klüptür kendisi. Daha önce hiç bahsettim mi bilmiyorum, ben de bu radyoda, geçen sezon perşembe günleri yayınlanan Long Live Rock 'n' Roll adlı bir program yapıyordum. Yeni sezonda da bu program sizlerle buluşucak, vakti geldiğinde detaylı anlatırım.

Müsadenizle akşamki parti hazırlıkları için sizlere veda ediyorum efendim. 6'da iş başı yapsak anca yetiştiririz. Kalan süreyi Watchmen okuyarak değerlendireyim. Pek sevgili -biri mezun- iki okul arkadaşımın bana doğumgünü hediyesidir kendisi. Okumuş olsam da bir posta da onlar için okuyayım, nedir yani, mis gibi çizgiroman nihayetinde. Öpüyorum anacım, hoşçakalın.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Limoncu mevzusu...

Şimdi efendim, etnik caz diye bir olay var malumunuz. Okumuş etmiş adamlarsınız, elbette malumunuz olacak. Ben de dahil olmak üzere, hepimiz ayıla bayıla dinliyoruz bu genreı. Hem karı kız ortamında çok sağlam sükse yapıyoruz caz bilgimizle, hem de sosyal çevremizde tam bir entellektüel gibi karşılanıyoruz filan.

Fakat sorarım size sevgili okur, mal mıyız lan biz? Ne zamandan beri bu derece yabancılaştık darbukaya da adını perküsyon koyduk, nasıl oldu da bizim bildiğimiz bin yıllık ud, çok ulvi bambaşka bir aletmişçesine geri satıldı bize? Ulan niye bizim olanı dışarıdan yeniden satın alıyoruz? Etnik caz dediğin bildiğin bizim toprağın türküleri işte.

Neyse, aslında bunlardan bahsetmiyecektim. Asıl konu başkaydı ama, asıl konu da içinde etnik caz içerince, ben dayanamadım bunları da yazdım. Hatta şimdi bakın şunu da yazıcam, ne olur şu kültür insanları maskesini atsak bir artık yüzümüzden? İstanbul Film Festivali'nde yayınlanmış bir film kötüyse, tutup da artist gibi "aaa ama bak şu sahnesi enfesti, burda bu mesaj vardı" filan demeyi bıraksak? Hayır kime lan bu havamız. Filmin yönetmeni bu kadar savunmaz lan filmini. Adam sik gibi film çektik diye otururken, bir bakıyo, ooo entel çevre ödülden ödüle boğmuş kendisini. Yönetmen de şaşırıyo tabi, sonra al sana baş belası bin bir tane film.

Caz mevzusu da böyle. Çok anlıyoruz ya müzikten, fantastik kuntastik diye diye bildiğin türküyü bize geri satan adamları ilah yapıyoruz. Onu da geçtim, adam dayıyor aksağı, dayıyor aksağı hepimiz kalkıp ayakta alkışlıyoruz. Hayır ben alkışlamıyalım demiyorum, alkışlayalım elbette, ama o adamı alkışlayıp sen benim Ciguli'me laf ettikçe ben orda sinirleniyorum arkadaşım. Ciguli gibi adam mı var be?

Çevirsen bir tane böyle İKSV insanı, sorsan hacı Ciguli diye, ay o ne canım, ne biçim bir sanat anlayışın var senin diye bik bik konuşur. Hayır elinin altında akerdoyan da yokki, ağzına bir tane geçiresin şöyle körüğüyle, tuşuyla. Olmuyor haliyle. Lan o bik bik konuştuğun Ciguli cazın allahını yapıyo lan. Hayır bir de alçakgönüllü, 10 numara da bir insan kendisi. Hatta buyrun bakın, neden kendisine Ciguli diyorlarmış.... Hem onu öğrenmiş olursunuz, arada da enfes performans cabası...



İşte öyle. Ya aslında daha laf sokmak istediğim bir sürü entellektüel "sterotype"ı var ama, yazamıycam bir yazıda hepsini. Hem bunu benden çok daha başarılı bir şekilde Umut Sarıkaya yapıyor. Çok güzel bir insan lan o. Seviyoruz onu da.

Efendim müsdenizle giriyorum artık asıl konuya. Asıl konuya girmeden önce sizi Winston Wolf'la tanıştırmam lazım. Burayı okuyanların bir kısmı zaten kendisini tanıyor. Tanımayanlar da gitsin bloguna tanışsın, güzel yazan, güzel iletişim kuran bir insan evladımız kendisi. Şimdi bu insan evladı blogunda demişki, "babaların zulası" demiş. O Baba Zula deyince de, haliyle benim aklıma derhal Kör Limoncu geldi. Önlenemez bir akıl zincirim var bu şekilde, Baba Zula dedin mi, aklıma Kör Limoncu'nun gelmemesi olanaksızdır. En sevdiğim şarkılarından biridir bu keyifli grubumuzun. O şarkıyı bilmeyenler için buyrun, bir dev hizmet daha, ahanda aşağıda.



Şimdi ben bu şarkıyı Winston Wolf'a armağan etmek için Youtube'da ararken -ki bulamadım- bambaşka bir şarkı buldum lan. Bu bulduğum şarkıyı çok uzun zaman önce şans eseri Youtube'da yakalamıştım. O zaman öyle dinleyip, çok beğenip geçmişim. Sonradan sonraya aklıma düştü bu şarkı benim ama, Youtube'da bir türlü bulamamıştım kendisini. Ta ki işte, Winston Wolf için Kör Limoncu'yu arayana kadar. Bizim Kör'ü bulamadım ama, elin yavurunun Limoncu'sunu buldum ey sevgili okur. İşte o elin yavurundan dinleyip çok beğendiğim Limoncu, o da aşağıda efendim.



Şimdi diyeceksinizki, e yarrağam iki saat yukarıda etnik caza laf soktun, geldin şimdi çok sevdim diye bizimle etnik caz paylaşıyorsun? Hayır efendim, ben etnik caza filan laf sokmadım. Etnik cazın köpeğiyim diye gezip de, onun kurulduğu temellere bok atanlara laf soktum. Mutluyum. Yine olsun yine sokarım. Ya da bu entel geçinen gerizekalı "burjuva sanatseveri" takımına laf sokma işini, Umut Sarıkaya'ya bırakırım. Ne de olsa o bu işi benden daha güzel yapıyor. E hadi alın bakalım, bu da size benden bonus olsun, Crossing The Bridge'den, Roman müziği sahnesi. Bakın bakalım Flamenko nasıl ortaya çıkmış:



Çok önemli not: Şu yaptığımı milliyetçiliğe veya batı düşmanlığına filan bağlıyacaksanız, lütfen topuklarınız götünüze vurarak uzaklaşın bu blogtan. Enternasyonel bir düşünce yapısına sahip olduğumu 70e yakın yazıdır anlamadıysanız, daha da birşey anlamanız mümkün değil sizin.

Önemli olabilecek gibi olan not: Burjuva sanatseveri işini irdele, hatta bu kavramdan okul için proje çıkar. Mevzuyu biraz daha harlamak için, arşivden "Cihangir kafası"nı çıkar, yeniden oku.

4 Ağustos 2009 Salı

Madem işe gitmiyorum...



O zaman yazı yazayım değil mi sevgili okur? Yazayım tabi. Blogun ilk yola çıkış amacında olduğu gibi, iş yapmadığım süreçlerde, suçluluk duygumu yazarak atayım. Yazınca niye suçluluk duygusu atıyorum bilmiyorum gerçi ama, yazdığım zaman kendimi işe yaramış hissediyorum. Bu oldukça garip bir duygu, ama inanın içimde yer eden bir duygu. Blog yazmanın en keyifli yanı bu olsa gerek, kendini işe yarar hissetmen.

Bundan bir kaç gün önce doğum günümdü sevgili okur. Öyle doğum günü kutlayan, partiler yapan bir insan evladı değilim. Fakat geçen sene yaz vakti İstanbul'da canım sıkılınca, hadi Selamon'un doğum günü bahaneli bir içme etkinliği düzenleyeyim deyip "Bay Alkolü Takdimimdir" gecesini düzenlemiştim. Bir hayli keyifli geçmişti. Baktım güzel oluyor, çiçek gibi içiliyor, dedim o zaman bu sene de ikincisini düzenleyeyim. "Bay Alkolü Takdimimdir v.2". Bu da bir hayli keyifli geçti.

Doğum günüm geçen sene cumaya, bu sene cumartesiye denk gelince katılım konusunda belli bir şans yakalamış oldum. Ha gerçi ağustos 1 gibi insan evlatlarının genelde tatilde olduğu bir zamanda doğunca, ister istemez bir çok insan şehirdışında oluyor ve katılım azalıyor. Üstelik bu sene bir de aynı güne denk gelen Fatboy Slim konseri vardı. Ha ona rağmen katılımcı sayımız bir hayli kalabalıktı efendim. En büyük süprizi ise 2008/2009 döneminde okulumuzda değişim öğrencisi olan Çek arkadaşım yaptı. Kız partiye geldi lan =) Bir nevi yaz okulu programı için yeniden İstanbul'a gelmiş, arada böyle güzel de bir süpriz gerçekleştirmiş. Pek mutlu oldum. Bir de şahane bir tişört getirmiş bana Prague'dan. O tişörtün deseni de aşağıda yer almakta.



Öyle işte, bir doğum günü partimizde böyle geldi geçti sevgili okur. Gelen, giden herkese çok teşekkürler. Parti için Facebook'ta yarattığım event pagei ayrıca twitter'dan da duyurmuştum. Yani aslında beni internet sosyal medyasından takip eden herkes bu partiye davetliydi. Ha tabi beklediğim gibi, bu mecralardan gelen olmadı. Artık bir başka sefere diyeyim, ne diyeyim. Gelen herkese bir de buradan teşekkür edip, bu yazımı da bitireyim. Aslında EuroBasket 2009 turnuvasını yazayım derken, konu nasıl buralara geldi hiçbir fikrim yok zaten. Artık EuroBasket'te bir başka yazının konusu olur. Öper ve giderim efendim, hoşçakalın.

p.s.: Yazının başındaki video ne alaka diyenler olabilir, hiç bir alakası yok efendim. Ama enfes bir video kendisi. Eh, kimse güzel birşey gördü diye itiraz etmez herhalde, değil mi?

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kafası güzel Türkiye...


Gün geçmiyorki kafamız daha ve daha da güzel olmasın ey sevgili okur. Oluyor şerefsizim. Memleketin girdiği hal ister istemez başı döndürüyor, gözleri şehlalaştırıyor. Tayyip'in kafasının ise nasıl güzel olduğunu, burada zaten defalarca işledik. İlginç bir şekilde, bu sefer imam osurunca cemaat sıçmıyor, imam baktıki cemaat zaten sıçmış, hiç gocunmayıp memleketin üzerine bir posta da o sıçıyor. Sıçsın tabi.

Karşısında bir direniş göremiyor pek sevgili Tayyip'im. Zaten bu duruma o da şaşırıyor. Yıllar yılları kovaladı, yıllardır Tayyip anamızı kovaladı, kalkıp kimse birşey demiyor. Kime sorsan AKP'den nefretini ballandıra ballandıra anlatıyor. E ne yaptın arkadaşım AKP'ye karşı? Sen yerinde küfür ederken adam senin olan herşeyi peşkeş çekti, ne söylemin oldu bunlara karşı? En fazla cumhuriyet mitinglerine katıldın. Bravo. Tek bir siyasi söylemi olmayan, insanı mücadelenin içine çekmetense, mücadelenin dışına taşıyan bir eylemde "Ampul Tayyip" diye bağırdın. Aman aferin.

Hayır bir de hareketlere katılmadığın gibi, katılanları da küçümsedin. Özelleştirme karşıtı mitinglerde aman trafiği kesiyorlar dedin, 1 Mayıs'ta canını dişine takıp Taksim'i yeniden kazananları "SSCB artığı" olarak mühürledin. E sen ne bok yedin? Bravo sen muhteşem bir insansın, internette AKP'ye küfür ettin, sosyal ağlarda Tayyip'in ağzına ağzına verdin. Tebrik ediyorum seni, ülkeyi kesin sen kurtaracaksın.

Sen sosyal ağlarda laga luga etmeye, kurtuluşu liberal yalanların peşinde bulmak için sürüklenmeye devam ede dur, özgürlüğün bekçisi Tayyip'imin hükümetinden bir yasak daha geldi. Tütün ve Alkol Piyasası Denetleme Kurulu (TAPDK) alkol reklamlarında gıda ve araç ilişkilendirilmesi yapılamıyacağına dair karar aldı. Bu ne demek oluyor, şu demek oluyor; artık bir rakı reklamında balık, bir bira reklamında fıstık göremeyeceksin. Reklamın temel amacı olan ürüne yönlendirme işlemi, reklamın içinden sökülüp alındı.

Peki bu yasanın ardından rakı reklamları nasıl olacak? Yıllarca şahane boğaz manzaralı sofralarda çekilmiş rakı fotoğraflarıyla gazetelerde tam sayfa reklam halinde bize ulaşan rakılar, artık nasıl ulaşacak? Tayyip'imin beklediği ulaşmaması. E içki tüm kötülüklerin anası zaten, haliyle reklamı da mümkün olduğunca kuru olmalı. Ha tabi cennette anaların ayakları altında ama, anlat Tayyip'e anlatabilirsen.

Tabii bu yasa, yine de Tayyip'lerin istedikleri sonuçları vermeyecek. Zira ömürleri saçma sapan bir kitabı ezberlemekle geçmiş bu mahlukatların cin fikirliliğiyle, üreten beynin cin fikirliliği bambaşka boyutlarda oluyor. Bu yasağı protesto amacıyla "Wunderman" olarak anılan arkadaş iki adet afiş yapmış. Bu afişlerin ilki yazının başında, yukarda. İkincisi ve benim favorim olan ise, hemen aşağıda.



Yasaklara ve istemediklerinize karşı harekete geçmeniz ve liberal yalanların peşinde sürüklenmemeniz umuduyla efendim, hoşçakalın.

26 Temmuz 2009 Pazar

Beni de al Tayyip!




Zaman ne çabuk akıp geçiyor... Bu bloga ilk yazımı girdiğim 26 Ocak 2009'dan beri tam altı ay geçmiş. Zaman bu, tutamıyorsun tabi. Hatta Met Üst'ün muhteşem şekilde tanımladığı gibi: Zaman; o çooğaldıkça, biz azalıyoruz.

Ocak ayının sonlarına doğru blogosfere el attığım o ilk dönmde, Tayyip temalı bir çok yazı yazmışım. İyiki de yazmışım. Çok seviyorum Tayyipli yazılarımı. Zira adam komik bir adam. Haliyle kendisinin bahsi blogta geçince, ister istemez blog da bir şekilde komik oluyor. Fakat uzun zamandır Tayyipli bir yazı yoktu blogta. Oysaki kendisi hakkında yazmayı da gayet istiyordum. E peki niye yoktu Tayyipli yazı? Çok mu korkmuştum kendisinden? Yoksa faşizan baskılarla halkın üzerine çullanan kolluk kuvvetlerinden mi tırsmıştım? Elbette hayır. Sonuçta demirden korksak, trene binmeyiz! Bir şekilde başka konular, Tayyip'in bana verdiği malzemelerden daha keyifli gelmişti. Yani diğer bir değişle, tamamen sikimin keyfi öyle istemişti. Fakat yaşanan şu son olaylar, Tayyip'in yeniden buralarda yer edinmesi gerekliliğini karşı konulmaz seviyelere getirdi.

Gündemi takip ediyorsanız, Tayyip'imin Unirock'ta gördüğü gençler için yaptığı yorumlardan haberiniz vardır. Unutmuş olabilieceğinizi var sayarak, buyurun yeniden hatırlayalım sevgili prime ministerımız ne demiş; “Dün o dediğim tesisleri denetlemeye giderken orada maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük, gerçekten üzüntü vericiydi”. Asıl konuya geçmeden önce, o denetlemeye gittiği tesislerden bahsedeyim biraz. O tesislerki kentsel dönüşümün nasıl bir rant kapısı olduğunun, bu rantın kazanımında proleterlerin, halkın hiç düşünülmediğinin bariz kanıtı olan "Kongre Vadisi"dir. Bu konuya burada fazla değinmenin bir manası yok, kimsenin birşeyleri benden öğrenmek istediğini sanmıyorum, ancak sizden rica ediyorum, bu konuyu bir araştırın. "Abi öyle deme, sanat manat, bak bir sürü tesis yapılıyor, destekliyorum ben o projeyi" kafasındaysanız da, bir zahmet beni uğraştırmadan kendinizi en yakınınızdakine siktirip gidin bu blogtan.

Dönelim asıl mevzuya. Tayyip'in ettiği laf, beyfendinin kafayı düşününce aslında çok da garip gelmiyor. E çıkıp bize "horned hand" yaparak selam verecek hali yoktu. Fakat "horned hand" yapanı gözaltına aldıracağını, inanın ben dahi beklemiyordum. Ha "mosh" yapmadılar, bildiğin nah çektiler diyen de var, çeker arkadaşım. Bir insan birine nah çekti diye 20 saat göz altına alınır mı lan?

Göz altına alınan arkadaşlardan iki tanesinin olayla ilgili yorumları Ekşisözlük'te mevcut. Buraya kopi/peyst etmektense link vermenin daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Buyrun, yorumların bulunduğu sayfaya gider. 31. ve 42. giriler gözaltına alınan arkadaşların olayla ilgili yorumlarıdır. 47. giri ise olayla ilgili olarak Cumhuriyet'te çıkan haberdir.

Efendim görebileceğiniz üzere, başbakanı kızdıracak birşey yaptıysanız, ister yasa dışı olsun, ister yasal, polisle başınızın belaya girmesi kaçınılmazdır. Polis devlet olmanın, faşistliğin ve hatta orospuçocukluğunun bu kaddar ayyuka çıktığı bir anda, yok başbakan onu demiş, yok bunu demiş, tartışmak manasızdır. O sözler üzerinde tartışılırken, bu gözaltı olayı arada kaynayıp gidebilirdi. Yapmamak lazım. Tayyip'imin enfes gündem saptırma manevralarına kanmamak lazım. Zaten Sam Dunn "Metal: A Headbanger's Journey" adlı enfes yapıtında metal ruhunu anlamayanlara tokat gibi cevabı yapıştırmıştı*. Asıl üzerinde durmamız gereken, insanın kendini ifadesine karşı gösterilen bu haysiyetsiz ve şerefsiz tutumdur.

Bu tutum elbetteki sadece burada vuku bulmadı. Az çok olayları takip edenler, başbakana ters bir söz söylemenin ne kadar zor olduğunun, onun beğenmediği birşey yapmanın ne kadar çaba gerektirdiğinin zaten farkındadır. Tutup da size kronolojik bir döküm yapmıycam. Buna enerjim yok. Ufak bir Google aramasıyla bunlara zaten rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Fakat, son yaşanan bu olay, işin ne kadar aymaz boyutlara ulaştığının açık kanıtıdır. Tayyip'in değiştiğini, liberalleştiğini, çok muhteşemleştiğini söyleyip duran o köşebazların dahi ucundan tutup da halka yutturamıyacağı bir boyuttadır. Yapılan bu hareket, gösterilen bu tutum, halkın iyiden iyiye gözüne sokulmalıdır! Görüldüğü üzere olay, sadece Tayyip'e karşı siyaset üretmek değildir. Bu ülkede acı çekmeniz için, Tayyip'in istediğinin dışında bir yaşam stiliniz olması yeterlidir.

Eh, bu durumda sayın prime ministera söylencek söz bellidir. Ya da durun, ben söylemeyeyim, Bloodhaund Gang söylesin, siz de dinleyin: Bunr mother fucker, burn!

*"Metali ya hissedersiniz ya etmezsiniz. Metal size o herşeye baskın gelecek gücü vermiyorsa, tüylerinizi diken diken etmiyorsa, siz bunu asla anlamayacaksanız demektir. Ama biliyor musunuz, anlamassanız anlamayın. Çevremdeki 40 bin metal tutkununa bakıyorum da... biz sizsiz de gayet güzel idare ediyoruz." (Sam Dunn - Metal: A Headbanger's Journey)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Satranç gecesi...


Bir zamanlar Ankara'da yaşayan bir insan evladıydım. Hayatımın o kısmı fazla sürmedi, 12 yıl içersinde İstanbul'a taşındım. Bu şehirin keyfini de bir hayli güzel çıkarttım. Aşk denen şey gerçekten varsa, o şey benim İstanbul'a karşı beslediğim histir. Öylesine seviyorum bu şehri. Hayır gün gelip sorsalar bana, dünyada istediğin şehre yerleştiricez seni, seç hadi bir tane deseler, yine İstanbul derim. O derece. Ha belki bu tercihimde Türkiye'nin 81 ili dışında başka il görmemem de etkili olabilir, bilmiyorum ama, İstanbul'u köpek gibi seviyorum. Ayrıca buradan Türkiye'nin illerini görmem konusunda gezgin ruhuyla bana ön ayak olan babama da sevgiler gönderiyorum.

Tabi şimdi başlıkla bu giriş ne alaka diye hepiniz merak ediyorsunuz. Ya da etmiyorsunuz da, "olum bu ne mal herif lan, attığı başlığa bak, yazdığı yazıya bak" diyorsunuz. Fakat inanın bana, ben de işin buralara geleceğini düşünmemiştim. Aslında tüm amacım Ankara'da kaldığım 12 yıl içersinde Çankaya Belediyesi 100. Yıl Mahallesi Halk Evi'nde satranç öğrendiğimi söylemekti. Evet orası güzel bir yerdi, sayesinde kitap okurdum, satranç oynardım. Sonra İstanbul'a taşındım. Düzenli olarak satranç oynamaya gittiğim bir yer kalmayınca, satranç mevzusunu bir hayli boşladım.

Ta ki şu günlere kadar...

Sabancı'yı çok sevdiğimden olsa gerek, yaz döneminde gelip okulda ders almaya başladım. (Külliyen yalan, bariz okulda işe girdim, madem okulda kalıcam arada ders çıkarıyım diye başladım yaz okuluna) Okul da şehrin ebesinin amı bir noktasında olduğu için, diğer dönemler gibi bu dönemde de yurtta kalmaya başladım. Şansıma, atandığım odadaki arkadaşlarımla çok iyi anlaştım. Bir de bu iki arkadaş, önceden tanışıyormuş. Satranç oynayan gençler bunlar. İlk gün partisi için bira almaya gittiğimizde, bir de satranç takımı alalım dediler. Demekle kalmayıp aldılar. O satranç takımı beni Ankara günlerime geri götürdü lan adeta.

Her gece satranç oyanayan bir oda olduk çıktık. İlkokul yıllarında 100. Yıl Mahallesi Halk Evi'nden almaya başladığım tada benzer bir tad oluştu damağımda. O tad bu gece doruk yaptı. Hadi açalım biraları diyerek başladığımız satranç gecesi, saatlerimizi aldı. Tabi yıllar boyu ara verdikten sonra başlanan satranç pek iç açıcı olmadı ama, oynadığım 3 oyundan birini almayı yine de başardım.

Demem odurki efendim, özlemişim satranç oynamayı. Beynimde hala karıncalanmalar var şu an. Hamleler ötesini düşünmek, o taşı oraya niye çekti diye için içini kemirmek filan. Çok eğlendim lan. Sonunda beynim yansa da, oda arkadaşlarıma teşekkürü -bir de huzurlarınızda- borç bilirim efendim. Buyrun borcumu ödedim, e artık ben gideyim. Beni özleyin anacım. Hoşçakalın.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

He's Barack Obama!

Vakti zamanında Obama ile ilgili bir yazı yazmıştım bu bloga. O yazıda kendisiyle ilgili düşüncelerimi yeterince açık ifade edebildiğime dair bir düşünce var içimde. O yazımın başlığı "Obama Is My Rock Star"dı. Bu yazının başlığını ise "Obama Is My Super Hero" koymak niyetindeydim ancak paylaşacağım animasyonun orjinal ismini başlık olarak seçmenin daha doğru olacağına karar verdim.

Evet, Obama üzerine bir analiz filan yapmaktansa, Obama ile ilgili bir animasyon paylaşmak için giriştim bu yazıya. Amerika'da öğrenim gören ve blogosfere ısınmamda önemli katkıları olan Maksimov ABD için şöyle bir kelam etmişti vakti zamanında, "dünyanın en cartoonish" ülkesi. Birde az aşağıda görebileceğiniz animasyonu bana gösteren arkadaşın da şöyle bir yorumu olmuştu, "ABD'nin dünyanın en mastürbatör ülkesi olduğunun açık kanıtıdır bu animasyon".

Bu iki yorumu arka arkaya beyninizde bir evirip çevirdiğinizde, üzerine de birazdan göreceğiniz o animasyonu izlediğinizde, inanının gözlerde bir parıldama oluşuyor. ABD bu kadar mı güzel özetlenirmiş lan diye bir algı patlaması yaşanıyor. Obama gerçekten oldukça etkileyici bir isim ve bunu da dünyanın gözünü boyamak için harika bir biçimde kullanıyor. Tabii biz ABD'nin ne olduğunu ve o olduğu şeyden asla vazgeçmeyeceğini unutmayarak, bütün bu karanlık parodiye bir dur demeye uğraşıyoruz. Siz de uğraşın, inanın hayat sizin için daha güzel olacak. Buyrun efendim, lafı fazla uzatmadan animasyonumuza geçelim;

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Unirock Günlükleri


İlk önce sanırım şunu söylemek gerek, burayı düzenli takip eden herkesten özür dilerim. Sonuçta ufak da olsa bu bloga ilgi gösterdiniz ki, adınız izleyenler listesindeydi. Ben ise sorumsuz bir blog yazarı olarak, adını bu listeye ekleyenlere 30 gün boyunca sadece bir yazılık içerik sağlayabildim.

Oysa boş da geçmedi onca zaman. Misal tatil günlükleri hala buraya düşemedi. Düşmesini çok istiyorum fakat, inanın o enerjiyi kendimde bulmakta bir hayli zorlanıyorum. Sonuçta 2 hafta boyunca öyle dolu bir tatil geçti ki, insan neresinden tutup yazacağını bilemiyor. Hala da bir not defterim olmadığı için, günlük alınmış notları buraya aktarmak gibi bir rahatlığa da erişemiyorum. (Bu arada neden artık daha az yazdığımın bir özeti; yazıya 1 saat önce başladım, tam o sırada odaya bir arkadaş girdi, sohbet sohbeti açtı, anca geri dönebildim bloga. Yurtta yaşayıp da blog yazarı olmak zor zanaat.)

Neyse efendim, konum yok şundan yazamıyorum, yok bunu yazamıyorum değil. Mevzumuz başlıktan da açıkça belli olduğu üzere, Unirock! Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, 2005'teki Rock Republic festivalinden beri en keyifli metal festivallerini sunuyor bize Unirock ekibi. 2008'deki ilk Unirock, festival alanındaki abartılı fiyatlar ve güvenlik rezaleti dışında kusursuza yakın bir etkinlikti. 2009 Unirock'ta ise bizi üzen tek şey, yetersiz ses sistemi oldu. Bunda sanırım festivalin İstanbul'un göbeğinde olması da etken oldu, yeterince güçlü bir ses sistemi kurulmaması desibel sınırı yüzünden olmuş olabilir. Zaten konserlerin 12den önce bitmesinin de sebebinin bu olduğunu düşünüyorum.

Bunun dışında alanın küçük olduğuna dair eleştiriler vardı, ancak görüldüki alan adeta bu festival için özel olarak yapılmıştı. Katılımcı sayısı ve alan boyutları birbirini tam manasıyla karşılar nitelikteydi. Ayrıca Taksim'e 15 dakikalık yürüyüş mesafesinde olması da, alanı başarılı kılan bir başka özellikti. Fakat alan sebebiyle oluşan ses sorunundan da yukarıda bahsettim. Aslında eldeki artılar, o tek eksiyi bir yerde götürmeye yetti.

Grup performanslarına gelecek olursak, artık eskisi kadar ateşli bir festival seyircisi değilim. Alt grupları izleyemiyorum. Enerjimi festivalin ağır topları için saklıyorum. Oysa eskiden müzik başladığı an sahneye gider, bütün grupları dinler, aldığım tada göre değerlendirir, headbangin, pogonun amına koyardım. Artık bu dediklerimi sadece headlinerlar için yapabiliyorum. Peki kimdi bu headlinerlar, -izlediğim sırayla- Arch Enemy, Catafalque, Rotting Christ, Kreator, Firewind, Amon Amarth. Festivalle alakası olanlar Paradise Lost izlemedin mi diyebilir, o da headliner sonuçta diyebilir ama, adamların yaptığı müzik bana hitap etmiyor yahu. Kendilerini sahneden uzakta, bankların üzerinde oturarak dinledim, izlemedim. Ayrıca ne yalan söyleyeyim, bariz baydım adamların müziğinden. Bir de kaçırdığıma üzüldüğüm alt gruplar var, UÇK Grind onların başındadır, Soul Sacrifice da fena gitmezdi. Onun dışında dişe dokunur bir grup göremedim festival programında.



Gelelim tek tek izlenilen grupları değerlendirme aşamasına. Sıradan başlayalım; Arch Enemy. Tek kelimeyle muhteşemdi. Angela Gossow bir metalheadin sahnede görebileceği en güzel şeydi. O güçlü duruşu, muhteşem vokal kabileyeti, seyirciyle olan etkileşimi adeta kusursuzdu. Bu arada biz erkek milleti olarak ne kadar Angela dediysek, kızlar da bir o kadar davulcu arkadaşın adını sayıkladı. Hayır şerefsiz de cidden yakışıklıydı lan, birşey diyemedim haliyle. Angela'nın ve davulcunun karizması mevzusundan sıyrılırsak, Arch Enemy bildiğimiz Arch Enemy. Death metalin en güzel icralarından birini izlettiler bize. İlk defa bu grubun sahnesini izleme fırsatım oldu ve bayıldım! (bu yazıya dün başlamıştım, günlerden salı oldu, ben daha anca burasına gelebildim, yurt hayatı blog yazarlığının bir numaralı düşmanı.) En kısa zamanda İstanbul'a tekrar gelebilmelerini diliyorum. Ki zaten onlar da bizden bir hayli hoşnut kaldı ve en kısa zamanda geri dönmek istediklerini söylediler. Dönerler umarım.



Catafalque ise elbette bir headliner sayılmazdı bu festival için. Fakat sevdiğim gruplar klansmanından girdiler izleme listeme. İyiki de izlemişim, sahnelerde pek göremiyeceğimiz bir şeye tanık olmuş oldum. Grubun gitaristi Arın, vokalist Özge'ye sahnede evlenme teklif etti. Eğlenceli dakikalardı. Öyle güzel bir anı paylaşmış olduk sevdiğimiz bir grupla. Ha onun dışında performansa gelicek olursak, Catafalque'ın daha iyi sahne performanslarını gördüğüm olmuştu. Unirock gibi bir festivale, daha özenli hazırlanmalarını beklerdim. Sıcağı bahane edebilirler ama, çok daha sıcak bir havada, Barışrock'ta harikalar yarattıkları daha dün gibi aklımda.



Festivalde komşudan gelen iki grup vardı. Bu gruplardan biri olan Rotting Christ sahnede harikalar yarattı! Türkiye'ye daha önce bir kaç kez gelmesine karşın ilk kez sahnesini görme fırsatını yakaladığım bu grup, Unirock'ta izlediğim en süpriz performansı sundular. Bu kadar başarılı ve seyirci etkileşimleri bu kadar yüksek bir grup olabileceklerini beklememiştim. Fırsatım olaydı da kendilerine bir teşekkür edeydim, ne kadar muhteşem bir iş çıkarttıklarını onlara belirtebileydim keşke. Fakat ufak bir iki denemeye karşın kulise giremedik bu festivalde.



Ve işte nihayet o an. Nihayet büyük efsane. Nihayet thrash metalin gönlümdeki en önemli 3 isminden biri. Nihayet KREATOR! Kreator'dan bahsetmeden önce, Paradise Lost'un bir şansızlığı Rotting Christ ve Kreator arasında kalmak oldu. İki dözül dözül grubun arasına, doom/gothic metal grubu karışınca, İngiliz abiler toparlayabilecekleri ilginin önemli bir kısmını kaybettiler. Herneyse, Kreator'a dönecek olursak; aman efendim ne haddima Kreator'u eleştirmek, performanslarını değerlendirmek. Petroza'nın o muhteşem sahne performansının ardından ben ne diyebilirimki? Thrash metalin ne olduğunu iliklerimize kadar yeniden hissettik. Öyle böyle değil. Özellikle Flag of Hate öncesi seyircilerden bir banner almaları, daha sonra kendi bayraklarını sallamaları filan, o an ruhu teslim etsem, niye ettim diye sormazdım. O derece efsanevi dakikalardı. Impossible Brutality setlistte yoktu, fakat her şarkısı ayrı bir efsane olan böyle bir gruba şunu çalmadın, bunu çalmadın demek olmuyo tabi. Kreator esnasında sağlam pogolar çıktı. Eğlenceliydi. Ancak Petroza seyirciyi moshpite davet ettiğinde bizim gençlerin sadece bağırıp çağırıp kafa sallaması biraz üzücü oldu. Fakat yine de, Kreator'u Türkiye'den memnun uğurladığımızı düşünüyorum. Zira memnun uğurlanmasalar 4. kere gelmezlerdi bizi ziyarete. Nice 4lere umarım. Kreator izlemek her zaman büyük bir keyif.



Komşudan gelen ikinci ziyaretçimiz ise, Firewind'di. Sağlam bir power metal ekibi. Stratovarius'u kendilerine idol olarak seçtikleri sahne hareketlerinden rahatlıkla belli olabilen bir gruptu. Bunu kendilerini kopyacılıkla suçlamak için söylemek istemiyorum, aksine, power metal camiasının çok önemli bir grubundan feyz alıp, bizlere oldukça keyifli bir performans izlettikleri için söylemek istiyorum. Sanırım komşu mahalleden arkadaşlarla ilgili bir de şu anektoda dikkat çekmek gerek, yurdumun yeni nesil metalcileri hep Firewind hastası lan. Firewind esnasında sahne önü ve sahne önünün hemen arkası 16-19 yaş arası gençlerimizle doluydu. Heleki teenager kızlarımız bayılıyor bunların gitaristine, şaşkınlıklar içinde kaldım şerefsizim. Herneyse, bir ara Firewind hadi bi moshpit dedi, ben şöyle bir etrafıma baktım, lan hep teenager. Dalsan kafası gözü yarılıcak çocukların. Fakat delikanlı çıktılar, hiç ses etmediler efendi gibi yaptılar pogolarını. Ben de pogo başlatmanın gururuyla vurdukça vurdum bunların ağzına, hehe. Bunlar işin geyik kısmı tabi, özetle şunu demek lazım Firewind için, yine gelsin yine giderim. Performansları esnasında bir hayli eğlendim.



Öyle böyle derken geldik festivalin en son grubuna. İsveç'ten viking rüzgarları estirerek çıktılar sahneye. Daha ilk çıktıkları anda bizi inanılmaz bir 90 dakikanın beklediği aşikardı. Rahatlıkla söyleyebilirimki tüm festivalin en karizmatik sahne duruşu ve sahne arkası bannerı Amon Amrth'daydı. Ayrıca ses teknisyenlerini de tebrik etmek lazım, çalan ekipler arasında en temiz ses düzeni Amon Amarth'daydı. Johann'ı sahnede izlemek büyük keyif. O dev haliyle bir de sahnede headbang yapıp şarkı söyleyince, adam iyice inanılmaz bir görüntüye ulaştı. Şunu eklemek lazım, grup elemanlarının müzikal performanslarının harikalığı kadar, headbang performansları da takdire şayandı. Bisin ardından son şarkıyı çalmak için geldiklerinde herkesin Death in Fire diye bağırmaya başlaması, gitaristin de gaza gelip bizle beraber bağırması ilginç bir not olarak hafızamda yerini aldı. Sonuç olarak elbetteki son şarkı Death in Fire'dı. Konserin ardından kulisin ordaki demirlerde toplanıp yaptığımız Amon Amarth bağırışlarına gitarist Johan Södenberg'in gelip bizlere imza vererek karşılık vermesi ise inanılmazdı. Vokalist Johan Hegg ise dakikalarca bağırmamıza rağmen yanımıza pek yaklaşmadı. Ekipten bir arkadaş Johan'ın çok yorgun olduğunu o yüzden gelemiyeceğini söyledi, e ama gelse şöyle bi görünse yeterdi be.

Genel hatlarıyla festival bu taddaydı işte. Headlinerlar kesinlikle muhteşem performans sergilediler. Rakınkok adlı yavşak oluşumun ise aynı tarihe denk gelmesi bizler için büyük şanstı. Bu sayede "hacı festival varmış hadi ortama akalım" diyecek insanlardan kurtulmuş olduk, hepsi rakınkok alanındaydı. Bizler ise 10binlerce metalhead, hep bir ağızdan haykırdık, hep beraber kafa salladık. Kampta kalmadığım için kamp alanının berbatlığından da etkilenmemiş oldum. Bu sayede festivalin tek yumuşak karnı olan Maçka Küçükçiftlikpark'ın eziyetine fazla katlanmamış oldum. Umarım gelecek dönemde daha iyi bir festival alanı keşfedilebilir ve herşeyiyle mükemmel bir festival elde edilebilir. Geçen sene Parkorman alan olarak muhteşemdi ama, orda da fiyatlar canımıza okumaya yetmişti. Umarım ikisinin dengesinin kurulacağı bir festival alanı gelir, metalheadler keyiflenir.



Kıssadan hisse olarak şunu yazıp bitirelim; iyisiyle kötüsüyle, festival ekibi teşekkürlerimizi hak etti. Bunca güzel grubu şu üç günde izlemek muhteşemdi. Sırada Testament var, thrash metalin efsaneleri, bekleyin beni!

5 Temmuz 2009 Pazar

15


Son blog yazımın üzerinden sanırım 15 gün geçti. Görev için bulunduğum Antalya'dan ayrılmadan bir gün önce yazmıştım. Devamında neler oldu, Selamon neden 15 gün internette görünmedi, bunlar başka bir yazının konusu. Elbette o yazı da gelecek. O kadar uzak kalıp da buraya yazacak hiç birşey yapmadan dönmüş olduğumu düşünmüyorsunuzdur umarım. Düşünüyorsanız darılırım.

Peki efendim, o kadar ara verdim, başlığı da alakadarcasına 15 koydum, e o zaman konu neden uzak kaldığım değil de ne? Ne olacak, tabiiki Roger Federer. Kendisi an itibarı ile dünya tenis tarihinin en çok Grand Slam kazanan oyuncusudur. Peter Sampras'ın 14 şampiyonluğunu zaten egale etmişti, bugün de Andy Rodick'i 4 saat 10 dakikalık bir oyunun ardından yenmeyi başararak 15. şampiyonluğuna ulaştı.

Ayrıca kendisi Wimbledon, Roland Garros, Avustralya Açık ve Amerika Açık'ın hepsini kazanmayı başarmış ender oyunculardan biri. Bunu yaptığını bildiğim bir Andre Agassi var, şimdi kasıp araştıramıycam başkası var mıymış diye. Kendisi her halükârda efsanevi bir işe imza atmış durumda.

Açık söyleyeyim, tenise ilgi duyup bu maçı izlemeyenler çok şey kaybetti. Geçen sene Federer ve Nadal arasında oynanan Wimbledon finali de efsaneydi. 4 saat 38 dakikalık uzunluğuyla turnuva rekorunu kırmıştı. Federer o maçı Nadal karşısında kaybetmiş ve göz yaşlarına hakim olamamıştı. Bu sene ise, Andy Roddick'i kendisinin geçen seneki haline düşürdü. Finalin ardından yapılan törende Federer kendine has o muhteşem mütevaziliğiyle belirttiği gibi, Roddick gerçekten harika bir oyun çıkarttı. Federer'i bu derece zorlaması, 4 saat 10 dakika boyunca direnmesi, hatta bazen kazanmaya bile yaklaşması. Herşeyiyle mükemmel bir müsabaka oldu.

Tenisin artık yeni bir kralı var. Roger Federer. Peter Sampras'ın kırılmaz denen rekorunu gün itibarı ile tarihe gömüp, tacı başına taktı. Alttan alta bu başarılara ulaşabilcek tenis yıldızları yetişiyor mu? Yıldızlar yetişiyor ama, Federer gibisi zor görünüyor. Bu muhteşem oyuncuyu, izninizle bir de şu değersiz blogumda ayakta alkışlamak istiyorum, kimsenin umrunda olmasa bile.

Tebrikler FEDERER!

p.s.: Nike 15. grand slam için pek şahane bir reklam hazırlamış, maçın hemen ardından yayınlandı. İnternete düştüğü an sizinle paylaşıcam efendim. Şimdilik bulamadım.