27 Temmuz 2009 Pazartesi

Kafası güzel Türkiye...


Gün geçmiyorki kafamız daha ve daha da güzel olmasın ey sevgili okur. Oluyor şerefsizim. Memleketin girdiği hal ister istemez başı döndürüyor, gözleri şehlalaştırıyor. Tayyip'in kafasının ise nasıl güzel olduğunu, burada zaten defalarca işledik. İlginç bir şekilde, bu sefer imam osurunca cemaat sıçmıyor, imam baktıki cemaat zaten sıçmış, hiç gocunmayıp memleketin üzerine bir posta da o sıçıyor. Sıçsın tabi.

Karşısında bir direniş göremiyor pek sevgili Tayyip'im. Zaten bu duruma o da şaşırıyor. Yıllar yılları kovaladı, yıllardır Tayyip anamızı kovaladı, kalkıp kimse birşey demiyor. Kime sorsan AKP'den nefretini ballandıra ballandıra anlatıyor. E ne yaptın arkadaşım AKP'ye karşı? Sen yerinde küfür ederken adam senin olan herşeyi peşkeş çekti, ne söylemin oldu bunlara karşı? En fazla cumhuriyet mitinglerine katıldın. Bravo. Tek bir siyasi söylemi olmayan, insanı mücadelenin içine çekmetense, mücadelenin dışına taşıyan bir eylemde "Ampul Tayyip" diye bağırdın. Aman aferin.

Hayır bir de hareketlere katılmadığın gibi, katılanları da küçümsedin. Özelleştirme karşıtı mitinglerde aman trafiği kesiyorlar dedin, 1 Mayıs'ta canını dişine takıp Taksim'i yeniden kazananları "SSCB artığı" olarak mühürledin. E sen ne bok yedin? Bravo sen muhteşem bir insansın, internette AKP'ye küfür ettin, sosyal ağlarda Tayyip'in ağzına ağzına verdin. Tebrik ediyorum seni, ülkeyi kesin sen kurtaracaksın.

Sen sosyal ağlarda laga luga etmeye, kurtuluşu liberal yalanların peşinde bulmak için sürüklenmeye devam ede dur, özgürlüğün bekçisi Tayyip'imin hükümetinden bir yasak daha geldi. Tütün ve Alkol Piyasası Denetleme Kurulu (TAPDK) alkol reklamlarında gıda ve araç ilişkilendirilmesi yapılamıyacağına dair karar aldı. Bu ne demek oluyor, şu demek oluyor; artık bir rakı reklamında balık, bir bira reklamında fıstık göremeyeceksin. Reklamın temel amacı olan ürüne yönlendirme işlemi, reklamın içinden sökülüp alındı.

Peki bu yasanın ardından rakı reklamları nasıl olacak? Yıllarca şahane boğaz manzaralı sofralarda çekilmiş rakı fotoğraflarıyla gazetelerde tam sayfa reklam halinde bize ulaşan rakılar, artık nasıl ulaşacak? Tayyip'imin beklediği ulaşmaması. E içki tüm kötülüklerin anası zaten, haliyle reklamı da mümkün olduğunca kuru olmalı. Ha tabi cennette anaların ayakları altında ama, anlat Tayyip'e anlatabilirsen.

Tabii bu yasa, yine de Tayyip'lerin istedikleri sonuçları vermeyecek. Zira ömürleri saçma sapan bir kitabı ezberlemekle geçmiş bu mahlukatların cin fikirliliğiyle, üreten beynin cin fikirliliği bambaşka boyutlarda oluyor. Bu yasağı protesto amacıyla "Wunderman" olarak anılan arkadaş iki adet afiş yapmış. Bu afişlerin ilki yazının başında, yukarda. İkincisi ve benim favorim olan ise, hemen aşağıda.



Yasaklara ve istemediklerinize karşı harekete geçmeniz ve liberal yalanların peşinde sürüklenmemeniz umuduyla efendim, hoşçakalın.

26 Temmuz 2009 Pazar

Beni de al Tayyip!




Zaman ne çabuk akıp geçiyor... Bu bloga ilk yazımı girdiğim 26 Ocak 2009'dan beri tam altı ay geçmiş. Zaman bu, tutamıyorsun tabi. Hatta Met Üst'ün muhteşem şekilde tanımladığı gibi: Zaman; o çooğaldıkça, biz azalıyoruz.

Ocak ayının sonlarına doğru blogosfere el attığım o ilk dönmde, Tayyip temalı bir çok yazı yazmışım. İyiki de yazmışım. Çok seviyorum Tayyipli yazılarımı. Zira adam komik bir adam. Haliyle kendisinin bahsi blogta geçince, ister istemez blog da bir şekilde komik oluyor. Fakat uzun zamandır Tayyipli bir yazı yoktu blogta. Oysaki kendisi hakkında yazmayı da gayet istiyordum. E peki niye yoktu Tayyipli yazı? Çok mu korkmuştum kendisinden? Yoksa faşizan baskılarla halkın üzerine çullanan kolluk kuvvetlerinden mi tırsmıştım? Elbette hayır. Sonuçta demirden korksak, trene binmeyiz! Bir şekilde başka konular, Tayyip'in bana verdiği malzemelerden daha keyifli gelmişti. Yani diğer bir değişle, tamamen sikimin keyfi öyle istemişti. Fakat yaşanan şu son olaylar, Tayyip'in yeniden buralarda yer edinmesi gerekliliğini karşı konulmaz seviyelere getirdi.

Gündemi takip ediyorsanız, Tayyip'imin Unirock'ta gördüğü gençler için yaptığı yorumlardan haberiniz vardır. Unutmuş olabilieceğinizi var sayarak, buyurun yeniden hatırlayalım sevgili prime ministerımız ne demiş; “Dün o dediğim tesisleri denetlemeye giderken orada maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük, gerçekten üzüntü vericiydi”. Asıl konuya geçmeden önce, o denetlemeye gittiği tesislerden bahsedeyim biraz. O tesislerki kentsel dönüşümün nasıl bir rant kapısı olduğunun, bu rantın kazanımında proleterlerin, halkın hiç düşünülmediğinin bariz kanıtı olan "Kongre Vadisi"dir. Bu konuya burada fazla değinmenin bir manası yok, kimsenin birşeyleri benden öğrenmek istediğini sanmıyorum, ancak sizden rica ediyorum, bu konuyu bir araştırın. "Abi öyle deme, sanat manat, bak bir sürü tesis yapılıyor, destekliyorum ben o projeyi" kafasındaysanız da, bir zahmet beni uğraştırmadan kendinizi en yakınınızdakine siktirip gidin bu blogtan.

Dönelim asıl mevzuya. Tayyip'in ettiği laf, beyfendinin kafayı düşününce aslında çok da garip gelmiyor. E çıkıp bize "horned hand" yaparak selam verecek hali yoktu. Fakat "horned hand" yapanı gözaltına aldıracağını, inanın ben dahi beklemiyordum. Ha "mosh" yapmadılar, bildiğin nah çektiler diyen de var, çeker arkadaşım. Bir insan birine nah çekti diye 20 saat göz altına alınır mı lan?

Göz altına alınan arkadaşlardan iki tanesinin olayla ilgili yorumları Ekşisözlük'te mevcut. Buraya kopi/peyst etmektense link vermenin daha mantıklı olacağını düşünüyorum. Buyrun, yorumların bulunduğu sayfaya gider. 31. ve 42. giriler gözaltına alınan arkadaşların olayla ilgili yorumlarıdır. 47. giri ise olayla ilgili olarak Cumhuriyet'te çıkan haberdir.

Efendim görebileceğiniz üzere, başbakanı kızdıracak birşey yaptıysanız, ister yasa dışı olsun, ister yasal, polisle başınızın belaya girmesi kaçınılmazdır. Polis devlet olmanın, faşistliğin ve hatta orospuçocukluğunun bu kaddar ayyuka çıktığı bir anda, yok başbakan onu demiş, yok bunu demiş, tartışmak manasızdır. O sözler üzerinde tartışılırken, bu gözaltı olayı arada kaynayıp gidebilirdi. Yapmamak lazım. Tayyip'imin enfes gündem saptırma manevralarına kanmamak lazım. Zaten Sam Dunn "Metal: A Headbanger's Journey" adlı enfes yapıtında metal ruhunu anlamayanlara tokat gibi cevabı yapıştırmıştı*. Asıl üzerinde durmamız gereken, insanın kendini ifadesine karşı gösterilen bu haysiyetsiz ve şerefsiz tutumdur.

Bu tutum elbetteki sadece burada vuku bulmadı. Az çok olayları takip edenler, başbakana ters bir söz söylemenin ne kadar zor olduğunun, onun beğenmediği birşey yapmanın ne kadar çaba gerektirdiğinin zaten farkındadır. Tutup da size kronolojik bir döküm yapmıycam. Buna enerjim yok. Ufak bir Google aramasıyla bunlara zaten rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Fakat, son yaşanan bu olay, işin ne kadar aymaz boyutlara ulaştığının açık kanıtıdır. Tayyip'in değiştiğini, liberalleştiğini, çok muhteşemleştiğini söyleyip duran o köşebazların dahi ucundan tutup da halka yutturamıyacağı bir boyuttadır. Yapılan bu hareket, gösterilen bu tutum, halkın iyiden iyiye gözüne sokulmalıdır! Görüldüğü üzere olay, sadece Tayyip'e karşı siyaset üretmek değildir. Bu ülkede acı çekmeniz için, Tayyip'in istediğinin dışında bir yaşam stiliniz olması yeterlidir.

Eh, bu durumda sayın prime ministera söylencek söz bellidir. Ya da durun, ben söylemeyeyim, Bloodhaund Gang söylesin, siz de dinleyin: Bunr mother fucker, burn!

*"Metali ya hissedersiniz ya etmezsiniz. Metal size o herşeye baskın gelecek gücü vermiyorsa, tüylerinizi diken diken etmiyorsa, siz bunu asla anlamayacaksanız demektir. Ama biliyor musunuz, anlamassanız anlamayın. Çevremdeki 40 bin metal tutkununa bakıyorum da... biz sizsiz de gayet güzel idare ediyoruz." (Sam Dunn - Metal: A Headbanger's Journey)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Satranç gecesi...


Bir zamanlar Ankara'da yaşayan bir insan evladıydım. Hayatımın o kısmı fazla sürmedi, 12 yıl içersinde İstanbul'a taşındım. Bu şehirin keyfini de bir hayli güzel çıkarttım. Aşk denen şey gerçekten varsa, o şey benim İstanbul'a karşı beslediğim histir. Öylesine seviyorum bu şehri. Hayır gün gelip sorsalar bana, dünyada istediğin şehre yerleştiricez seni, seç hadi bir tane deseler, yine İstanbul derim. O derece. Ha belki bu tercihimde Türkiye'nin 81 ili dışında başka il görmemem de etkili olabilir, bilmiyorum ama, İstanbul'u köpek gibi seviyorum. Ayrıca buradan Türkiye'nin illerini görmem konusunda gezgin ruhuyla bana ön ayak olan babama da sevgiler gönderiyorum.

Tabi şimdi başlıkla bu giriş ne alaka diye hepiniz merak ediyorsunuz. Ya da etmiyorsunuz da, "olum bu ne mal herif lan, attığı başlığa bak, yazdığı yazıya bak" diyorsunuz. Fakat inanın bana, ben de işin buralara geleceğini düşünmemiştim. Aslında tüm amacım Ankara'da kaldığım 12 yıl içersinde Çankaya Belediyesi 100. Yıl Mahallesi Halk Evi'nde satranç öğrendiğimi söylemekti. Evet orası güzel bir yerdi, sayesinde kitap okurdum, satranç oynardım. Sonra İstanbul'a taşındım. Düzenli olarak satranç oynamaya gittiğim bir yer kalmayınca, satranç mevzusunu bir hayli boşladım.

Ta ki şu günlere kadar...

Sabancı'yı çok sevdiğimden olsa gerek, yaz döneminde gelip okulda ders almaya başladım. (Külliyen yalan, bariz okulda işe girdim, madem okulda kalıcam arada ders çıkarıyım diye başladım yaz okuluna) Okul da şehrin ebesinin amı bir noktasında olduğu için, diğer dönemler gibi bu dönemde de yurtta kalmaya başladım. Şansıma, atandığım odadaki arkadaşlarımla çok iyi anlaştım. Bir de bu iki arkadaş, önceden tanışıyormuş. Satranç oynayan gençler bunlar. İlk gün partisi için bira almaya gittiğimizde, bir de satranç takımı alalım dediler. Demekle kalmayıp aldılar. O satranç takımı beni Ankara günlerime geri götürdü lan adeta.

Her gece satranç oyanayan bir oda olduk çıktık. İlkokul yıllarında 100. Yıl Mahallesi Halk Evi'nden almaya başladığım tada benzer bir tad oluştu damağımda. O tad bu gece doruk yaptı. Hadi açalım biraları diyerek başladığımız satranç gecesi, saatlerimizi aldı. Tabi yıllar boyu ara verdikten sonra başlanan satranç pek iç açıcı olmadı ama, oynadığım 3 oyundan birini almayı yine de başardım.

Demem odurki efendim, özlemişim satranç oynamayı. Beynimde hala karıncalanmalar var şu an. Hamleler ötesini düşünmek, o taşı oraya niye çekti diye için içini kemirmek filan. Çok eğlendim lan. Sonunda beynim yansa da, oda arkadaşlarıma teşekkürü -bir de huzurlarınızda- borç bilirim efendim. Buyrun borcumu ödedim, e artık ben gideyim. Beni özleyin anacım. Hoşçakalın.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

He's Barack Obama!

Vakti zamanında Obama ile ilgili bir yazı yazmıştım bu bloga. O yazıda kendisiyle ilgili düşüncelerimi yeterince açık ifade edebildiğime dair bir düşünce var içimde. O yazımın başlığı "Obama Is My Rock Star"dı. Bu yazının başlığını ise "Obama Is My Super Hero" koymak niyetindeydim ancak paylaşacağım animasyonun orjinal ismini başlık olarak seçmenin daha doğru olacağına karar verdim.

Evet, Obama üzerine bir analiz filan yapmaktansa, Obama ile ilgili bir animasyon paylaşmak için giriştim bu yazıya. Amerika'da öğrenim gören ve blogosfere ısınmamda önemli katkıları olan Maksimov ABD için şöyle bir kelam etmişti vakti zamanında, "dünyanın en cartoonish" ülkesi. Birde az aşağıda görebileceğiniz animasyonu bana gösteren arkadaşın da şöyle bir yorumu olmuştu, "ABD'nin dünyanın en mastürbatör ülkesi olduğunun açık kanıtıdır bu animasyon".

Bu iki yorumu arka arkaya beyninizde bir evirip çevirdiğinizde, üzerine de birazdan göreceğiniz o animasyonu izlediğinizde, inanının gözlerde bir parıldama oluşuyor. ABD bu kadar mı güzel özetlenirmiş lan diye bir algı patlaması yaşanıyor. Obama gerçekten oldukça etkileyici bir isim ve bunu da dünyanın gözünü boyamak için harika bir biçimde kullanıyor. Tabii biz ABD'nin ne olduğunu ve o olduğu şeyden asla vazgeçmeyeceğini unutmayarak, bütün bu karanlık parodiye bir dur demeye uğraşıyoruz. Siz de uğraşın, inanın hayat sizin için daha güzel olacak. Buyrun efendim, lafı fazla uzatmadan animasyonumuza geçelim;

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Unirock Günlükleri


İlk önce sanırım şunu söylemek gerek, burayı düzenli takip eden herkesten özür dilerim. Sonuçta ufak da olsa bu bloga ilgi gösterdiniz ki, adınız izleyenler listesindeydi. Ben ise sorumsuz bir blog yazarı olarak, adını bu listeye ekleyenlere 30 gün boyunca sadece bir yazılık içerik sağlayabildim.

Oysa boş da geçmedi onca zaman. Misal tatil günlükleri hala buraya düşemedi. Düşmesini çok istiyorum fakat, inanın o enerjiyi kendimde bulmakta bir hayli zorlanıyorum. Sonuçta 2 hafta boyunca öyle dolu bir tatil geçti ki, insan neresinden tutup yazacağını bilemiyor. Hala da bir not defterim olmadığı için, günlük alınmış notları buraya aktarmak gibi bir rahatlığa da erişemiyorum. (Bu arada neden artık daha az yazdığımın bir özeti; yazıya 1 saat önce başladım, tam o sırada odaya bir arkadaş girdi, sohbet sohbeti açtı, anca geri dönebildim bloga. Yurtta yaşayıp da blog yazarı olmak zor zanaat.)

Neyse efendim, konum yok şundan yazamıyorum, yok bunu yazamıyorum değil. Mevzumuz başlıktan da açıkça belli olduğu üzere, Unirock! Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, 2005'teki Rock Republic festivalinden beri en keyifli metal festivallerini sunuyor bize Unirock ekibi. 2008'deki ilk Unirock, festival alanındaki abartılı fiyatlar ve güvenlik rezaleti dışında kusursuza yakın bir etkinlikti. 2009 Unirock'ta ise bizi üzen tek şey, yetersiz ses sistemi oldu. Bunda sanırım festivalin İstanbul'un göbeğinde olması da etken oldu, yeterince güçlü bir ses sistemi kurulmaması desibel sınırı yüzünden olmuş olabilir. Zaten konserlerin 12den önce bitmesinin de sebebinin bu olduğunu düşünüyorum.

Bunun dışında alanın küçük olduğuna dair eleştiriler vardı, ancak görüldüki alan adeta bu festival için özel olarak yapılmıştı. Katılımcı sayısı ve alan boyutları birbirini tam manasıyla karşılar nitelikteydi. Ayrıca Taksim'e 15 dakikalık yürüyüş mesafesinde olması da, alanı başarılı kılan bir başka özellikti. Fakat alan sebebiyle oluşan ses sorunundan da yukarıda bahsettim. Aslında eldeki artılar, o tek eksiyi bir yerde götürmeye yetti.

Grup performanslarına gelecek olursak, artık eskisi kadar ateşli bir festival seyircisi değilim. Alt grupları izleyemiyorum. Enerjimi festivalin ağır topları için saklıyorum. Oysa eskiden müzik başladığı an sahneye gider, bütün grupları dinler, aldığım tada göre değerlendirir, headbangin, pogonun amına koyardım. Artık bu dediklerimi sadece headlinerlar için yapabiliyorum. Peki kimdi bu headlinerlar, -izlediğim sırayla- Arch Enemy, Catafalque, Rotting Christ, Kreator, Firewind, Amon Amarth. Festivalle alakası olanlar Paradise Lost izlemedin mi diyebilir, o da headliner sonuçta diyebilir ama, adamların yaptığı müzik bana hitap etmiyor yahu. Kendilerini sahneden uzakta, bankların üzerinde oturarak dinledim, izlemedim. Ayrıca ne yalan söyleyeyim, bariz baydım adamların müziğinden. Bir de kaçırdığıma üzüldüğüm alt gruplar var, UÇK Grind onların başındadır, Soul Sacrifice da fena gitmezdi. Onun dışında dişe dokunur bir grup göremedim festival programında.



Gelelim tek tek izlenilen grupları değerlendirme aşamasına. Sıradan başlayalım; Arch Enemy. Tek kelimeyle muhteşemdi. Angela Gossow bir metalheadin sahnede görebileceği en güzel şeydi. O güçlü duruşu, muhteşem vokal kabileyeti, seyirciyle olan etkileşimi adeta kusursuzdu. Bu arada biz erkek milleti olarak ne kadar Angela dediysek, kızlar da bir o kadar davulcu arkadaşın adını sayıkladı. Hayır şerefsiz de cidden yakışıklıydı lan, birşey diyemedim haliyle. Angela'nın ve davulcunun karizması mevzusundan sıyrılırsak, Arch Enemy bildiğimiz Arch Enemy. Death metalin en güzel icralarından birini izlettiler bize. İlk defa bu grubun sahnesini izleme fırsatım oldu ve bayıldım! (bu yazıya dün başlamıştım, günlerden salı oldu, ben daha anca burasına gelebildim, yurt hayatı blog yazarlığının bir numaralı düşmanı.) En kısa zamanda İstanbul'a tekrar gelebilmelerini diliyorum. Ki zaten onlar da bizden bir hayli hoşnut kaldı ve en kısa zamanda geri dönmek istediklerini söylediler. Dönerler umarım.



Catafalque ise elbette bir headliner sayılmazdı bu festival için. Fakat sevdiğim gruplar klansmanından girdiler izleme listeme. İyiki de izlemişim, sahnelerde pek göremiyeceğimiz bir şeye tanık olmuş oldum. Grubun gitaristi Arın, vokalist Özge'ye sahnede evlenme teklif etti. Eğlenceli dakikalardı. Öyle güzel bir anı paylaşmış olduk sevdiğimiz bir grupla. Ha onun dışında performansa gelicek olursak, Catafalque'ın daha iyi sahne performanslarını gördüğüm olmuştu. Unirock gibi bir festivale, daha özenli hazırlanmalarını beklerdim. Sıcağı bahane edebilirler ama, çok daha sıcak bir havada, Barışrock'ta harikalar yarattıkları daha dün gibi aklımda.



Festivalde komşudan gelen iki grup vardı. Bu gruplardan biri olan Rotting Christ sahnede harikalar yarattı! Türkiye'ye daha önce bir kaç kez gelmesine karşın ilk kez sahnesini görme fırsatını yakaladığım bu grup, Unirock'ta izlediğim en süpriz performansı sundular. Bu kadar başarılı ve seyirci etkileşimleri bu kadar yüksek bir grup olabileceklerini beklememiştim. Fırsatım olaydı da kendilerine bir teşekkür edeydim, ne kadar muhteşem bir iş çıkarttıklarını onlara belirtebileydim keşke. Fakat ufak bir iki denemeye karşın kulise giremedik bu festivalde.



Ve işte nihayet o an. Nihayet büyük efsane. Nihayet thrash metalin gönlümdeki en önemli 3 isminden biri. Nihayet KREATOR! Kreator'dan bahsetmeden önce, Paradise Lost'un bir şansızlığı Rotting Christ ve Kreator arasında kalmak oldu. İki dözül dözül grubun arasına, doom/gothic metal grubu karışınca, İngiliz abiler toparlayabilecekleri ilginin önemli bir kısmını kaybettiler. Herneyse, Kreator'a dönecek olursak; aman efendim ne haddima Kreator'u eleştirmek, performanslarını değerlendirmek. Petroza'nın o muhteşem sahne performansının ardından ben ne diyebilirimki? Thrash metalin ne olduğunu iliklerimize kadar yeniden hissettik. Öyle böyle değil. Özellikle Flag of Hate öncesi seyircilerden bir banner almaları, daha sonra kendi bayraklarını sallamaları filan, o an ruhu teslim etsem, niye ettim diye sormazdım. O derece efsanevi dakikalardı. Impossible Brutality setlistte yoktu, fakat her şarkısı ayrı bir efsane olan böyle bir gruba şunu çalmadın, bunu çalmadın demek olmuyo tabi. Kreator esnasında sağlam pogolar çıktı. Eğlenceliydi. Ancak Petroza seyirciyi moshpite davet ettiğinde bizim gençlerin sadece bağırıp çağırıp kafa sallaması biraz üzücü oldu. Fakat yine de, Kreator'u Türkiye'den memnun uğurladığımızı düşünüyorum. Zira memnun uğurlanmasalar 4. kere gelmezlerdi bizi ziyarete. Nice 4lere umarım. Kreator izlemek her zaman büyük bir keyif.



Komşudan gelen ikinci ziyaretçimiz ise, Firewind'di. Sağlam bir power metal ekibi. Stratovarius'u kendilerine idol olarak seçtikleri sahne hareketlerinden rahatlıkla belli olabilen bir gruptu. Bunu kendilerini kopyacılıkla suçlamak için söylemek istemiyorum, aksine, power metal camiasının çok önemli bir grubundan feyz alıp, bizlere oldukça keyifli bir performans izlettikleri için söylemek istiyorum. Sanırım komşu mahalleden arkadaşlarla ilgili bir de şu anektoda dikkat çekmek gerek, yurdumun yeni nesil metalcileri hep Firewind hastası lan. Firewind esnasında sahne önü ve sahne önünün hemen arkası 16-19 yaş arası gençlerimizle doluydu. Heleki teenager kızlarımız bayılıyor bunların gitaristine, şaşkınlıklar içinde kaldım şerefsizim. Herneyse, bir ara Firewind hadi bi moshpit dedi, ben şöyle bir etrafıma baktım, lan hep teenager. Dalsan kafası gözü yarılıcak çocukların. Fakat delikanlı çıktılar, hiç ses etmediler efendi gibi yaptılar pogolarını. Ben de pogo başlatmanın gururuyla vurdukça vurdum bunların ağzına, hehe. Bunlar işin geyik kısmı tabi, özetle şunu demek lazım Firewind için, yine gelsin yine giderim. Performansları esnasında bir hayli eğlendim.



Öyle böyle derken geldik festivalin en son grubuna. İsveç'ten viking rüzgarları estirerek çıktılar sahneye. Daha ilk çıktıkları anda bizi inanılmaz bir 90 dakikanın beklediği aşikardı. Rahatlıkla söyleyebilirimki tüm festivalin en karizmatik sahne duruşu ve sahne arkası bannerı Amon Amrth'daydı. Ayrıca ses teknisyenlerini de tebrik etmek lazım, çalan ekipler arasında en temiz ses düzeni Amon Amarth'daydı. Johann'ı sahnede izlemek büyük keyif. O dev haliyle bir de sahnede headbang yapıp şarkı söyleyince, adam iyice inanılmaz bir görüntüye ulaştı. Şunu eklemek lazım, grup elemanlarının müzikal performanslarının harikalığı kadar, headbang performansları da takdire şayandı. Bisin ardından son şarkıyı çalmak için geldiklerinde herkesin Death in Fire diye bağırmaya başlaması, gitaristin de gaza gelip bizle beraber bağırması ilginç bir not olarak hafızamda yerini aldı. Sonuç olarak elbetteki son şarkı Death in Fire'dı. Konserin ardından kulisin ordaki demirlerde toplanıp yaptığımız Amon Amarth bağırışlarına gitarist Johan Södenberg'in gelip bizlere imza vererek karşılık vermesi ise inanılmazdı. Vokalist Johan Hegg ise dakikalarca bağırmamıza rağmen yanımıza pek yaklaşmadı. Ekipten bir arkadaş Johan'ın çok yorgun olduğunu o yüzden gelemiyeceğini söyledi, e ama gelse şöyle bi görünse yeterdi be.

Genel hatlarıyla festival bu taddaydı işte. Headlinerlar kesinlikle muhteşem performans sergilediler. Rakınkok adlı yavşak oluşumun ise aynı tarihe denk gelmesi bizler için büyük şanstı. Bu sayede "hacı festival varmış hadi ortama akalım" diyecek insanlardan kurtulmuş olduk, hepsi rakınkok alanındaydı. Bizler ise 10binlerce metalhead, hep bir ağızdan haykırdık, hep beraber kafa salladık. Kampta kalmadığım için kamp alanının berbatlığından da etkilenmemiş oldum. Bu sayede festivalin tek yumuşak karnı olan Maçka Küçükçiftlikpark'ın eziyetine fazla katlanmamış oldum. Umarım gelecek dönemde daha iyi bir festival alanı keşfedilebilir ve herşeyiyle mükemmel bir festival elde edilebilir. Geçen sene Parkorman alan olarak muhteşemdi ama, orda da fiyatlar canımıza okumaya yetmişti. Umarım ikisinin dengesinin kurulacağı bir festival alanı gelir, metalheadler keyiflenir.



Kıssadan hisse olarak şunu yazıp bitirelim; iyisiyle kötüsüyle, festival ekibi teşekkürlerimizi hak etti. Bunca güzel grubu şu üç günde izlemek muhteşemdi. Sırada Testament var, thrash metalin efsaneleri, bekleyin beni!

5 Temmuz 2009 Pazar

15


Son blog yazımın üzerinden sanırım 15 gün geçti. Görev için bulunduğum Antalya'dan ayrılmadan bir gün önce yazmıştım. Devamında neler oldu, Selamon neden 15 gün internette görünmedi, bunlar başka bir yazının konusu. Elbette o yazı da gelecek. O kadar uzak kalıp da buraya yazacak hiç birşey yapmadan dönmüş olduğumu düşünmüyorsunuzdur umarım. Düşünüyorsanız darılırım.

Peki efendim, o kadar ara verdim, başlığı da alakadarcasına 15 koydum, e o zaman konu neden uzak kaldığım değil de ne? Ne olacak, tabiiki Roger Federer. Kendisi an itibarı ile dünya tenis tarihinin en çok Grand Slam kazanan oyuncusudur. Peter Sampras'ın 14 şampiyonluğunu zaten egale etmişti, bugün de Andy Rodick'i 4 saat 10 dakikalık bir oyunun ardından yenmeyi başararak 15. şampiyonluğuna ulaştı.

Ayrıca kendisi Wimbledon, Roland Garros, Avustralya Açık ve Amerika Açık'ın hepsini kazanmayı başarmış ender oyunculardan biri. Bunu yaptığını bildiğim bir Andre Agassi var, şimdi kasıp araştıramıycam başkası var mıymış diye. Kendisi her halükârda efsanevi bir işe imza atmış durumda.

Açık söyleyeyim, tenise ilgi duyup bu maçı izlemeyenler çok şey kaybetti. Geçen sene Federer ve Nadal arasında oynanan Wimbledon finali de efsaneydi. 4 saat 38 dakikalık uzunluğuyla turnuva rekorunu kırmıştı. Federer o maçı Nadal karşısında kaybetmiş ve göz yaşlarına hakim olamamıştı. Bu sene ise, Andy Roddick'i kendisinin geçen seneki haline düşürdü. Finalin ardından yapılan törende Federer kendine has o muhteşem mütevaziliğiyle belirttiği gibi, Roddick gerçekten harika bir oyun çıkarttı. Federer'i bu derece zorlaması, 4 saat 10 dakika boyunca direnmesi, hatta bazen kazanmaya bile yaklaşması. Herşeyiyle mükemmel bir müsabaka oldu.

Tenisin artık yeni bir kralı var. Roger Federer. Peter Sampras'ın kırılmaz denen rekorunu gün itibarı ile tarihe gömüp, tacı başına taktı. Alttan alta bu başarılara ulaşabilcek tenis yıldızları yetişiyor mu? Yıldızlar yetişiyor ama, Federer gibisi zor görünüyor. Bu muhteşem oyuncuyu, izninizle bir de şu değersiz blogumda ayakta alkışlamak istiyorum, kimsenin umrunda olmasa bile.

Tebrikler FEDERER!

p.s.: Nike 15. grand slam için pek şahane bir reklam hazırlamış, maçın hemen ardından yayınlandı. İnternete düştüğü an sizinle paylaşıcam efendim. Şimdilik bulamadım.