19 Haziran 2010 Cumartesi

Uzun Saçlının Çilesi



Başlığı görünce hemen aldanma okur. Evet, konumuz uzun saçlının çilesi, haklısın. Fakat, gidiş yolumuz "mahallede benle dalga geçiyorlar" ya da "abi sokakta kadın sanıyorlar" klişeleri değil. Ha bu tür olaylar olmuyor mu bir uzun saçlı olarak hayatımda, oluyor efendim. Olma mı? Elini makas işareti yapıp "o saçları yarın öyle görmeyim" diye bağıran mahalle baboçuyla mı karşılaşmadık, "pardon bağyan" demeyeni mi olmadı hayatımızda. Oldu hepsi pek tabii. Fakat inan bana sevgili okur, bunların hiç biri değil uzun saçlının gerçek çilesi. Hiç biri değil uzun saçlının gerçek cefası.

Uzun saçlı olmak keyiflidir sevgili okur. Headbange tat, hayata anlam, cana can, kana kan katar. Yapar bunları. Fakat sevgili okur, duş almak gibi çok sık aralıklarla tekrar edilmesi gereken basit bir insan eylemini ise çileye dönüştürür, duş teknesinde ruhu süründürür. Uzun saçlı olmak "bir duş alıp hemen çıkıcam" eylemindeki duş alma kısmını en az 45 dakika eder de, üstüne bir de tarakla göz yaşı döktürür. Evet, şu an "oha nasıl 45 dakika lan" diyenleri duyar gibiyim, merakınızı köreltmek için derhal anlatayım.

Öncelikle sevgili okur, uzun saça tek şampuanlama işlemi asla yetmez. Saçı şampuanlıycam diye 15 dakikanı yemiş olabilirsin, mühim değil, ikinci bir şampuana muhakkak ihtiyaç vardır. Kısa saçlı bir insan bu iki şampuan işini 5, bilemedin 6 dakikada halledebilirken, uzun saçlı insan için bu iş aman hızlı olayım telaşına kapılsa bile, nereden baksan en az 15-20 dakika arasındadır. Üstelik işin asıl acı tarafı, saçla uğraşmanın sonu bu iki şampuanla birlikte gelmemektedir. Zira uzun saç bakım ister, uzun saç krem ister sevgili okur. Norveçli balıkçı eli kadar krem tüketir de, bana mısın demez. Bu kremleme işlemi de, en az 13-15 dakika sürer. Kaybettiğin vakit yetmezmiş gibi bir de saçın her teline o kremi ulaştırıcam diye insan paranoyağa keser.

Gördüğünüz gibi, iki şampuan ve bir kremlik bu temel uzun saçlı insan duş paketi, daha vücudumuzun geri kalanını yıkamaya ve bir 31 çekmeye dahi fırsat bırakmadan minimum 28 dakikamızı tüketti. Dikkatinizi çekerim, bu süre yetişkin bir erkeğin dillere destan bir 31'le beraber duşunu bitirebileceği bir süredir. Fakat uzun saçlı henüz sadece saçlarını yıkama işini bitirmiş durumdadır. Burada biraz hızlı saralım ve uzun saçlının duşunu sonlandıralım. Oh çilesi bitti gencin, kurtuldu gariban diye düşünüyor olabilirsiniz. Oysa kendisinin duş sonrası çile periyodu henüz başlamaktadır.

Nedir efendim bu duş sonrası çile periyodu, neleri içerir? 3 aşamada irdeleyebiliriz kendisini. Öncelikle, standart bir kelin kellik sorununu çözecek kadar dökülmüş saçı banyo giderinden temizlemelidir. Bu kısa bir işlemdir, yine de sadece uzun saçlıya özel bir ekstra işlemdir. Üzer. Ardından saçı bir havluyla kurulayıp, tarama işlemine geçilir. Her ne kadar saç kremimiz bu tarama işini bizim için kolaylaştırsa da, dertli bir süreçtir. Özellikle benimki gibi kıvırcığa yakın veya kıvırcık saçları olan insanlar için safi çiledir. Taradıktan sonra tekrar kurutma işlemine geçilir.

Gördüğünüz gibi kısa saçlı bir insan götünü başını silip donu tişörtü üstüne geçirebilirken, uzun saçlı için duş sonrası yaklaşık 15 dakika sömüren bir süreç daha vardır. Ha tarama diyebilirsiniz tabii, fakat uzun süre taranmamış bir Selamon saçı görseniz, inanın bunu demezsiniz. Bu süreçle birlikte hesaplarsak, uzun saçlının sadece saçını yıkaması ve sonrası minimum 43 dakika almaktadır! Safi çiledir efendim bu 43 dakika. Sıcak su buharıyla, fayanslarla geçen 43 dakikadır!

Tabii "e bu kadar tatavasını yapıyorsan kestir amına koduğum" diyorsunuz içinizden haklı olarak. Fakat deme sevgili okur, hor görme beni. Sen beni hiç kısa saçlı görmedin, nasıl maymun götüne benzediğimi bilmiyorsun a canına yandığım okur. Yani "fuck the system" filan ama, uzun saçımı hiç o taraklarla ilişkilendirmedim okur. Saçtan siyaset yapacak kadar mal olmadım. Efendi efendi yaptım siyasetimi, saçımı karıştırmadım.

Fakat, öte yandan şunu da hiç unutmadım, bu ülkede 70lerde, 80lerde saç uzattıkları için kavgalara giren, dişe diş, göze göz mücadele eden abilerimiz..... Evet sizleri hiç unutmadım. Peki o ettiğiniz kavgalar için mi unutmadım sanıyorsunuz sizleri? Hayır efendim, hayır. O abilerimizi unutmuyorsam tek bir sebebi vardır, bırakın doğalgazı kombiyi, daha şofbenle tanışmamış, duş işini leğen ve tastan yeni yeni çıkartmaya başlamış bir neslin evlatları olarak inatla uzun saçlı gezebildiğiniz için unutmuyorum. Yürüyün be! Ruhunuz yolumuza ışık saçıyor, ha aslanlarımıza.

15 Haziran 2010 Salı

Sil baştan...

Memur çocuğuyum efendim ben. Anam da memur, babam da memur benim. O yüzden ayın 15'i önemlidir benim için. Pavlov'un köpeğinin zili duyduğu zamandaki gibi ister istemez bir şenlik kaplar içimi ayın 15'i geldiği zaman. Zira bilen bilir, ayın 15'i maaş günüdür. Hatırlıyorum işte çocukluğumdan, bir ayın 15'i oldu mu hamburger filan yenilir, bir oyuncak alınır, bir atari salonuna gidilir, ne bileyim işte illahaki bir şey olur. Tabii kazık kadar olduktan sonra olmamaya başlıyor artık bunlar. Çocukluk nostaljisi olarak kalıyor. Fakat artık şartlı refleksi yemişiz ya bir kere, 15'i oldu mu ister istemez bir şenlik istiyor gönül.

O şenliği uzun zamandır buralar da istiyordu aslında. Buralar dediğim de işte, kıçını başını tutturamadığım 3 - 5 cümlenin döndüğü bu naçizane sayfalar. Bir final dönemi yaldır yaldır yolunu tuttuğum bu sayfalar. Sonra birden bir başına bıraktığım bu sayfalar.

Hayatımda ne finaller bitti, ne ben "blog yazamayacak kadar meşgul" bir adam oldum geçtiğimiz süreçte, ne de beynimin gri hücreleri tükenmeye yüz tuttu (bu sonuncusundan çok emin olamadım bak). Her neyse, bildiğin Selamon, bıraktığın gibi duruyor aslında hala. E peki ya o zaman buralar deyip durduğum bu sikim sokum blogun öksüzlüğü niye?

Geçtiğimiz süreç boyunca microblogging'i suçlayıp durdum. Öyle ya, artık twitter vardı, friend feed vardı, efendime söyleyim tumblr vardı. Hem, devrimci değil miydik biz? hani değişmeyen tek şey değişimin kendisiydi? Blog da neydi artık bu devirde? Efendim özür dilerim de, yarrağımı yesin tüm o sözlerim. İnsan yazmaya bile üşendiğinde, pek güzel bahaneler buluyor kendine. Yalan efendim yalan. Yani kısmen doğru da, çoğunluğu yalan.

Geçtiğimiz bir sene serdim ben hayatı. O meşhur Oblomov'a döndüm. Tembelliğin dansikasını yaptım. Bırakın yazmayı, insanların yazdıklarını okumaya bile erinemedim, yapamadım, edemedim. Bir, iki, üç derken, iyiden iyiye çöktü üstüme. İyiden iyiye sardı beni bu hiç bir şey yapmayayım kafası. Fakat artık bir silkinmek gerek. O kadar tembelim ki, değer üretecek hiç bir şey yapmıyorum, yapamıyorum, yazayım madem diye çıkmamış mıydım ben bu yola? Yeteneksiz ve tıynetsiz bir kaç yazıdan sonra oldum mu da, değişeyim istedim? Olmadım efendim. Doğal olarak, hiç bir zaman olamıycam da. Yazmanın etmenin sebebi olmak da değil zaten. Hep çiğ kalacak insanı pişirmek değil. Yaşıyorum diyebilmek bir yerde, bir şeyler yaparak, kendime yaşadığımı hatırlatabilmek.

Bunu hatırlamaya belki de en çok ihtiyacım olan dönemlerdeyim. Kendi kendimi öldüğüme inandırabilecek kadar hareketsiz bir haldeyim. Sağıma soluma baktığımda insan olmamasını isteyecek kadar tembel günlerdeyim. O zaman silkinmeliyim efendim. O zaman yalanları bir kenara bırakıp, yazmalıyım. Üstelik bunu demin saydıklarım kötü şeyler olduğu için değil, bir kere geldiğim şu dünyada, kendimi ölü sanmamak için yapmalıyım. Memur çocuğuyum ben, ayın 15leri güzeldir benim için. Güzel kılmalıyım.

E hadi madem, tekrar hoş geldim. Hem de elim boş gelmedim. Bir Haziran'ın 15'inde, Haziran'da ölmenin zor olduğu bilinciyle, bana bu enerjiyi veren Bulutsuzluk Özlemi'yle geldim. Dinleyin, sevin.

Bulutsuzluk Özlemi - Yetmiyor Yetemiyor (2009 tarihli Zamska albümünden)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Ya işte öyle...


4 ay önce Ankaragücü daha Hikmet Karaman yönetimindeyken, Galatasaray da o takımdan 3 yemişken darlanıp son yazıyı girmişim bloga. Bu sayfalarda da görülen ilk maç yazısı olmuş kendisi. Bir daha maç analizi yapar mıyım yapmaz mıyım filan derken, bir de bakmışımki ben toptan blog alemlerini bırakmışım. Ne okumak, ne yazmak.

Ha bırakıp da çok önemli bir şey mi yaptım? Bloglara harcadığım zamanı atom fiziğine filan mı yönelnedirdim? Yok canım, hem "atom fiziği de, profesörlük de yerin dibine batsın". Tabii büyük usta Kadir İnanır'a bunları söyleten motivasyon bambaşka ama, cidden de lanet olsun atom fiziğine. Mis gibi sosyal ve siyasal bilimler varken, pozitif bilimler neymiş, fizik neymiş arkadaşım? Tabii yine de herkesin tuttuğu bilim kendine, biz çok darlamayalım.

Şu 4 aylık süreçte ömrümü en çok yiyen microblogging oldu. Şu sayfalarda evire çevire günlerce anlatabileceğim konuları, twitter'ın 140 karakterlik alanlarında bir anda tükettim. Aylarca okumadığım bloglar yerine, firendfeed'deki yorumları emdim. Görülebileceği üzere sike sürülecek faydası olmayan işlerle, vaktimi heba ettim.

Arada vakit kaybı olarak görmediğim işler de yapmadım değil tabii. Şöyle bir düşünüyorum da, last.fm'de harcadığım saatler kendi içinde bir değer teşkil ediyor. Tanımadığım, bilmediğim, unuttuğum bir çok müzisyenle yeniden kucaklaştım last.fm hesabımda. İyi de oldu. Hımm, ondan başka, çıktım gezdim yine memleket sathında. Doğaya filan karıştım, o da iyiydi. Misal 2010'a girerken üşenmedim, kalktım ebesinin Kabak'ına gittim. 2 günlüğüne git-gel 24 saat yol yapmaktan hiç gocunmadan, mis gibi kafa dinleyip geri geldim. Bu gezileri hala yazıya dökesim var ama okunur mu ondan emin değilim. Yıllardır aklımda olan hayallerdendir, alternatif bir gezi kültürü dergisi yaratmak. Git okuyup, Git'e olan hayranlıkla geçen yıllırımın da sembolüdür bu hayal. Bakarsın bir gün gerçek olur, benim neye üşenip üşenmiyeceğim, belli mi olur?

Ya işte öyle... Bir maç yazısıyla bırakıp bir spor yazısıyla geri döndüğüm blogosferden uzak kaldığım 4 ayın kısa bir muhasebesini yapmak istedim. Bunların çoğu duştayken aklıma geldi. Duşta sıkıntıdan böyle şeyler geliyor aklıma. Yazının da başına oturunca, doğaçlama kabilinden hareketlerle, aklıma ne geldiyse döşendim. Döşenmeye de devam etmek niyetindeyim. Boş boş yazıladığım, saçmaladığım blog günlerim, hoş geldin canım.

31 Ocak 2010 Pazar

16



2 haftadır uykusuz geçen gecelerimin sebebi, muhteşem "Grand Slam" Avustralya Açık Federer'in zaferiyle sona erdi. Tenisin gerçek ustasının aldığı bu muhteşem zaferin bu sayfalara taşınmaması ise beklenmezdi. Yaklaşık 4 aydır uzak kaldığım blogosfere geri dönmemi sağlayan, bana bu enerjiyi veren inanılmaz olay Federer'in kariyerindeki 16. Grand Slam şampiyonluğu oldu.

Selamon's Modern Life bu usta oyuncuyu daha önce iki kere konuk etmişti, ilk olarak Andy Roddick'le oynadığı ve kazandığı 4 saat 38 dakikalık efsanevi Grand Slam finalinin ardından, ikinci olarak da Del Potro'ya kaybettiği Amerika Açık finalinin ardından. Kazandığı ve kaybettiği oyunların ardından ortak olarak belirttiğim şey ise şuydu ki, bu oyuncuyu izlemenin büyüleyici bir zevk verdiği.

Zira Federer'in kort üstünde neler yaptığını anlamak için, sadece kariyer başarılarının listesine göz atmak bile yeterli oluyor. Peter Sampras'ın 14 zaferlik "en çok Grand Slam kazanan" oyuncu ünvanını zaten egale etmişti ve Federer bu rekoru geliştirmeye devam ediyor. Ayrıca yanılmııyorsam baba olduktan sonra bir Grand Slam finali kazanan ilk oyuncu olmayı da başardı kendisi.


Burda maçın teknik analizini yapmamın yersiz olacağına inanıyorum. Zira Federer gibi kusursuz bir oyuncuyu eleştirme başarısı gösterebilecek kadar işin ehli olduğumu düşünmüyorum. Fakat, işin ehli olan ve Eurosport'ta maçların sonunda değerlendirmelerde bulunan Matts Vilander bile, Federer'in bu kusursuz final oyunu için söyleyecek birşey bulamadı. Yine de turnuvayla ilgili teknik yazılara ve analizlere göz atkmak isteyen olursa, kaliteli yayınları kadar web sitesiyle de beni sevindiren Eurosport'a göz atabilirler. Maçlarla ilgili değerlendirmeler, turnuva istatistikleri, turnuvadan haberler v.b doneler orada bulunabilir.

Federir'in yaşadığı 15 Grand Slam şampiyonluğunun ardından, her şeyi başarmış bir sporcu olarak kazanmaya nasıl motive olacağı çok konuşuluyordu. 2010 sezonu öncesi yaptığı açıklamalarda, tıpkı hiç Grand Slam kazanmamış bir oyuncu kadar istekli olduğunu söylemişti. Haliyle buna inanmak biraz güçtü fakat, Federer'in sezonun açılış turnuvasında gösterdiği bu üstün performans, söylediklerinde ne kadar ciddi olduğunu gösterdi. Finale gelene kadar Hewitt, Davydenko, Tsonga gibi çok önemli isimleri mağlup eden inanılmaz oyuncu, finalde de Murray'e set vermeden kupayı kazanma başarısını gösterdi.


Murray her ne kadar finalde set alamasa da, bu yazıda kendisine yer bulmayı hak edecek enfes bir Grand Slam performansı gösterdi. 22 yaşındaki genç oyuncu, turnuva boyunca oynadığı maçlarla sadece sıradan izleyicilerin değil, otoritelerin de büyük beğenisini kazandı. Zira final seromonisinde kendisi için söylenen "bugünün finalde kaybeden ismiydi ama, belki de yarının adamı olacak" cümlesi, kendisini anlatmak için oldukça önemliydi. 1987 doğumlu bu oyuncunun iki Grand Slam oynama başarısını göstermesi, küçümsenmemeli.

Federer – Murray finaliyle birlikte iki haftalık bir tenis resitali ne yazık ki sona erdi. 2010'a bu kadar keyifli başlamamızı sağlayan, 2 hafta boyunca dünyanın en önemli nesnesini tenis topu olarak algılatan turnuva, tüm zamanların en iyisi Federer'in 16. galibiyete ulaşmasıyla bitti. Benim de yine bir spor yazısıyla 4 Ekim 2009'da başlattığım blogosfer hasretim ise sona erdi. Geri dönüş yazımı böyle bir efsaneye adamak, benim için büyük bir şerefti.


Kariyerinin 16. Grand Slam zaferi, 2010 Avustralya Açık Tek Erkekler Şampiyonluğu için,

TEBRİKLER FEDERER!