24 Eylül 2009 Perşembe

Tespit yapıyorum....


Daha önce bir yerlerde mizahçılara büyük saygım olduğundan bahsetmiştim. Onun sebepleri biraz uzun. İşin içersine toplumu politikleştirmeleri, sessizliği bozmaları, kimi yerde muhalefetin tek unsuru olmaları gibi bir çok şey giriyor. Bambaşka bir yazıya konu olur. Hatta yazının başlığı da "Mizah ve Muhalefet" olur. Hatta bundan güzel akademik makale de olur, aklımda bulunsun.

Aslında aklımda bunlar yoktu yazıya başlarken ama, mizah ve mizahçı dedikten sonra bir değinme gereği hissettim. Yazıyı mizahçılarla asıl bağlayacağım nokta, mizahçıların müthiş tespit yeteneği ile ilgiliydi. Hayatta görüp ayrıntı diye geçtiğimiz şeyleri, onların kaleminden ve görüşlerinden okuduğumuzda, taklalar atarak gülüyoruz ya yeri geliyor, işte o yer geldi mi çok güzel oluyor. Mizahçının ustalığı da orda ortaya çıkıyor. Misal Umut Sarıkaya yardırıyor bu tespit espirileri konusunda. Bir çok karikatür albümü çıkmışken Sarıkaya'nın böyle bir çalışması olmaması üzücü. Oysa alınıp baş köşeye konulası.

Neyse efendim, bu mizaha ve mizahçıya övgü tandanslı girişimizin ardından, gelelim yazıya başlık olan mevzuya. Bu sefer tespiti ben yapıyorum. Yıllarımı harcadığım minibüslerde, kimi zaman kabus, kimi zaman rüya gibi olan ön tarafta oturma mevzusunu irdeliyorum. Böyle bir irdelemeyi okuyup okumak istemediğinizden de emin olmadığım için, girişi böyle uzattıkça uzatıyorum. Artık okursanız ekime, okumazsanız siz bilirsiniz.

Öncelikle, minibüste ön taraf olarak tabir ettiğimiz yeri tanımlayalım. Bu yer şoför yanındaki ön koltuktan, ön koltuğun hemen yanındaki motorun üzerinde bulunan bölgeden ve şoförün hemen arkasındaki kimi minibüslerde ikili, kimilerinde üçlü olan koltuktan oluşmakta. Bu oturma yerlerini iyiden kötüye sıralarsak, ön koltuk, ikili koltuk ve motor üstü olarak sıralamamız mümkün. Bu üçlü arasındaki zayıf halka ise, şoförün arkasında bulunan koltuk.

Şoförün hemen arkasında bulunan ikili koltuk karaktersiz bir yer efendim. Eğerki bu koltuğun cama yakın tarafına oturmayı başarmışsanız, pek problemli olmayan bir yolculuk sizi bekler. Para uzatma işi genellikle sağ tarafınızda olan garibana kalacağı için, kafayı cama yaslayıp yolu izleye izleye bütün yolculuğu tamamlayabilirsiniz. Hele bir de kulağınızda kulaklık, elinizde kitap varsa, kimse sizi para uzatmak için dürtmez. Tek kötü yanı, minibüsteki sülün gibi manitaları, Adonis gibi oğlanları kesememenizdir.

Fakat cam kenarında değil de, koridordaysanız, sıçtınız efendim. Herşeyden önce minibüse binen yaşlı teyzeye yer verme konusundaki en uygun 2 koltuktan birisiniz. Eğer kapının hemen karşısındaki ikili koltukta orta yaş ve üstüne mensup kimseler varsa, teyze muhtemelen sizi darlayacaktır. Yani bu noktaya oturduysanız, yeriniz garanti değildir. Arka koltuklardan uzatılan paralar da genellikle size ulaşır. Bir arkaya dönüp bir şöföre seslenmekten, muavinlik skilleriniz gelişir. Zaten her an kalkmaya hazır olduğunuz bu noktanın cehennemliğini sizinle paylaşacak ve hatta acınızı kat be kat azaltacak tek bir insan vardır; motorun üzerindeki bölmede oturan insan!

Motorun üzerindeki bölmede oturan insan kalenderdir. Motorun üzerindeki bölmede oturan insan, kıymet bilendir, acılara katlanabilendir, bambaşka biridir. Herşeyden önce bilinmesi gereken şudur, o bölgenin asıl sahibi orada oturan kişi değildir. Orada oturan kişi paraların toplandığı o garip kabın oturduğu evde misafirdir. Ev sahibi ise şoförün kendisidir. Minibüs ağzına kadar dolduğunda, ev sahibi, kiracısına eve bir kişi daha alacağını belirtir ve arkaya dönerek gözüne kestirdiği zavallıya "bilader gel şöyle otur" der. Hık mık edemezsiniz, emir büyük yerden gelmiştir, götünüzün asla sığmıyacağını bildiğiniz o küçük kısma gider götünüzü koyarsınız. Çile başlamıştır. Zaten ağzına kadar dolu olan minibüsle yüz yüze kalmanız yetmiyormuş gibi, bir de titremeye başlarsınız. Motordan gelen titreşimler, size stabil bir oturma pozisyonu yakalama izni vermez. Öne doğru kaymaya başlarsınız. Kaymamak için bacağınızla bir açı yakalar ve karşı kuvvet uygularsınız. Bu noktada oturmanın tek faydası, bu işlem sırasında kazandığınız bacak kaslarıdır. Yolcuyla yüz yüze olmak, sizi otomatikman muavin konumuna dönüştürür. Şoförün arkasındaki ikili koltuğun sağ tarafında oturan şahsın pis pis size sırıttığını görürsünüz. Zar zor oturduğunuz o bölgede, bir de para alış verişini yönetirsiniz. Hele bir de çantanız varsa, kelimenin tam anlamıyla sıçtınız sevgili okur. Zira o çanta size kabus olur. Tutmaya çalışırsınız, tutmazsınız, bacağınızla sıkıştırmak istersiniz, bacak zaten başka bir görevde olduğu için beceremezsiniz. O çanta uygun bir anı bulur ve yuvarlanır gider, acıklı gözlerle ardından bakakalırsınız.

Tabii her zaman bu kadar şansız olmak zorunda da değilsiniz, iyi bir çocuk olursanız, bir gün şoförün yanındaki ön koltukta bile oturabilirsiniz. Hele bir de müzik çalarınız varsa, kendinizi tüm minibüsten soyutlayabilirsiniz. Minibüsün kapıları bir sis perdesini aralıyormuşçacına açılır, hızlı adımlarla boş olduğunu daha binmeden gördüğünüz ön koltuğa yönelirsiniz, "bir Kadıköy" der parayı uzatır ve tekrar kulaklıklarınızı takarsınız. İşte o an adeta taksideymişçesine, adeta kendi arabanızdaymışçasına rahat bir yolculuğa başlamışsınızdır. Tek riskli yanı, kimi zaman şoförün geyiğe kesmek istemesidir. Müzik çalar bu noktada kurtarıcı rolü oynar, kulaklıklarınızı parayı uzattıktan hemen sonra geri takarsanız, kurtarırsınız. Kulaklık filan dinlemeyen şoför abiler için ise, ekstra olarak kitap kullanılmalıdır. Bu ikiliyi efektif kullanmayı öğrendiğinizde, araba almak yerine minibüs ön koltuğu satın almayı dahi düşünebilirsiniz.

Minibüslerin ön bölgeleri, sihirli yerlerdir. Hayatın acı ve tatlı yanlarını size aynı anda sunarlar. Onlardan öğreneceğiniz çok şey vardır. Onlar sayesinde hayata daha güçlü bakar, zorlukları daha kolay aşarsınız. Böylesine güçlü bir karakteri elde edebilmek için, minibüs kullanmak şarttır. Toplu taşıma candır, kullanılmalı ve kullandırtılmalıdır.

18 Eylül 2009 Cuma

Çağrışımsal

Alkışlarla Yaşıyorum diye güzel bir site. İnternetin ünlü mekanlarından, bilen bilir. Kendisinin içersinde bir dolu komikli içerik bulunuyor. Bu komikli lafı da, şu son Hedolu, Nurili reklamda blogta yer buluyor. Bu biraz canımı sıkıyor mu, sıkıyor. Fakat insan bir garip, bazen hiç beklemediği kelimeyi benimsiyor. Misal Kabak'tan bir dönüyor, "geliyore, gidiyore" filan gibi kelimeler dağarcığa giriyor. Mizah dergisi okuyor, dili dile kopyalıyor filan. Bunlar hep oluyor, insan gördüğünden, duyduğundan etkileniyor. Fakat konu bu değil.

Konu bir kısa video. Alkışlarla Yaşıyorum'da karşıma çıkıyor. Zamanının pek başarılı absürd komedisi Kaygısızlar'dan ufak bir sahne ihtiva ediyor. Gani Müjde'nin zamanında çıkarttığı bu ilginç işe, insan yarı hasret, yarı "ulan bu adam şimdi niye böyle işler yapmıyor" kafasında yaklaşıyor. Vakti zamanında kendisinin Penguen'deki köşesi akıllara geliyor, "Lafla peynir gemisi yürümez" dedirtiyor. Video aşağıda duruyor, bir tıklamayla izlenebiliyor. Bir de serbest çağrışımdan akıllara "bir kahkaha, bir pirzola" lafı düşüyor. Selamon öpüyor ve gidiyor.

17 Eylül 2009 Perşembe

Başımıza aldık bir iş ama...

Daha başlarken başlama diye bir ses geliyor içimden bir yerlerden. İçime adam mı kaçmış lan diye düşünüyorum, sonra olmaz öyle şey diyorum tabi. Muhtemelen aşırı tembelliğim itiyor buna beni. E bi de fazla kişisel bir yazı olacak, insanların ilgisini çekmez derdindeyim filan. E ama daha önce de dediğim gibi, komşudan gelen tabak boş gönderilmez. Doruk beyler mimlemiş efendim yine bizi, 100 cümlede kendimizi anlatacakmışız. E bi deneyelim bakalım:

  1. "Sex is like pissing. People take it much too seriously." alıntısını hayatıma motto ederim.
  2. Neredeyse her türlü spor müsabakasını izlerim, curlingmiş, dartmış ayırt etmem, oturur ampul gibi seyrederim.
  3. Futbol, basketbol ve tenis sporlarına ayrı bir gönül vermişliğim, ayrı bir sevmişliğim mevcuttur.
  4. Galatasaray hayatımda önemli bir yer kaplar, bıdı bıdı edeni üzerim.
  5. Futbolu "22 adamın bir topun peşinden koştuğu oyun" şeklinde tanımlayan adamla ilişkimi gözden geçiririm.
  6. Müziğin her genreına açık olmakla birlikte, "Ne olursa dinlerim" demem, rock ve metal müzik severim.
  7. Blues olsun, jazz olsun bu tarz kendi kültürünü yaratmış müzik akımlarını baş tacı ederim.
  8. Konser mevzusunu çok severim, mümkün mertebe giderim.
  9. Rock/metal konserlerinde VIP bilet uygulamasından haz etmem, olayın ruhuna aykırı der bik bik ederim.
  10. Çok bilmiş tavırlar içersindeyimdir, arada adamı sinir ederim.
  11. Kin tutmak, küsmek, bir daha görüşmeyelim tavırlarına girmek gibi hareketlerden nefret ederim, bu hareketlerde bulunan insanları garipserim.
  12. Irkçı, milliyetçi, dar görüşlü, toleransız insanlardan nefret ederim, yanıma yanaştırmam, yanışırlarsa üzerim.
  13. Her hafta mumtazam bir şekilde Leman, Penguen ve Uykusuz dergilerini edinirim.
  14. Çizgi roman olayının sevdalısıyımdır, yıllardır biriktiririm.
  15. Basına dair hep bir ilgim olmuştur, aklımın her zaman bir köşesinde bir dergi fikri, bir t.v. programı fikri filan hep hazır bulunur.
  16. Spor muhabiri olsam, çok mutlu bir adam olabilirim, emin değilim.
  17. Bir çok şeye ilgi duyarım, azar azar hepsine vakit ayırmaya çalışırım.
  18. Hiçbirşeyde iyi bir profesyonel değil, herşeyde beceriksiz bir amatörümdür.
  19. Fotoğraf sanatını ve fotoğraf çekmeyi severim.
  20. Doğaya hayran bir insan evladıyımdır, doğada olmaktan her daim keyif almışımdır.
  21. Din olsun, tanrı olsun böyle kavramlara anlam veremem, 21. yy'da inatla tanrıya inanan insana pek akıl erdiremem.
  22. Dinine saygılı değilim!
  23. Marxistim, sosyalizmin insanlığı kurtaracağına inanırım.
  24. Ekonomik liberalizmin insanı özgürleştirdiğine değil, köle ettiğine inanırım.
  25. Mizahçılara büyük saygım vardır.
  26. Dağcılık sporuna hayranımdır, elimden geldiği kadarıyla icra ederim.
  27. Ekstrem sporların her türlüsünü denemek, gerçekten beğendiklerimi de sıkça icra etmek isterim.
  28. Türkiye'de adam gibi bir roller coaster olsa, sabah akşam binerim.
  29. Bungee jumping mevzusunu hala gerçekleştiremedim, gerçekleştirmeyi çok isterim.
  30. Lise bittiğinden beri saçıma makas değdirmedim, askere kadar da değdirmeye niyetli değilim.
  31. Rasta mevzusunu severim, yaptırmaya niyetliyim.
  32. Dövmeler hoşuma gider, gün gelir de paraya kıyasım gelirse, bir iki tane edinirim.
  33. Yemek mevzusu hayatımda önemli bir yer kaplar.
  34. Yemeğin kültürüne önem veririm.
  35. Olurda bir okula burslu kabul edilirsem gastronomi okumak isterim.
  36. Tiyatronun köpeğiyim, izlemeyi de, hakkında okumayı da, eleştirmeyi de çok severim.
  37. İstanbul Devlet Tiyatrosu'na bayılırım, 4 liraya o muhteşem oyunları ve oyuncuları izlemenin tadına hayranım.
  38. Konservatuarda tiyatro bölümü okumaya kalkıştım, bir baktım siyasal bilimlerde son yaklaşmışım.
  39. Okuduğum üniversiteyi severim, kol kırılır yen içinde kalır, sorunlarını dışarıya pek lanse etmem.
  40. Radyo ve radyoculuk mevzusundan pek haz ederim, şöyle Rock FM, Eksen, Açık Radyo tadında bir kanalda programım olsa, cebime 3-5 kuruş da para konsa, mutu mesut yaşar giderim.
  41. Aktivistliğe inanırım, sesini çıkartmayan, birşeylere karşı olmayan insandan hafif bi tırsarım.
  42. Muhalefet etme konusunda başarılıyım ve muhalefet etmekten büyük tad alırım.
  43. Para harcamayı bilmem, cebimde 3 kuruş tutamam, olana da hayvan gibi abanırım.
  44. Eşya kıymeti pek bilmem, eşyalarımı çok sık kaybederim.
  45. Cep telefonlarıyla aram iyidir, 6 tane kaybettim, şu an 7.sini kullanıyorum.
  46. Elektronik eşyalar çok ilgimi çeker, yeni çıkan teknolojileri hayranlıkla izlerim.
  47. Kitap okumayı pek severim.
  48. Edebiyat eserlerine köpek gibi para harcarım, üzülmem, yine olsun yine harcarım.
  49. Alkol bizim canımız, kendisini pek severim.
  50. Birayı koynuma alır yatarım, kendisine pek fena hayranım.
  51. Tekilayla düzeyli bir birlikteliğim vardır, birayla birlikte tüketirim.
  52. Viski her türlü gider hacı, şekline şemaline bile hastayım.
  53. Ortalama fiyatlı viskiler söz konusu oldu mu Jack Daniel's alır keyfime bakarım.
  54. Bir evin dolabında muhakkak en az bir şişe rakı ve bir kaç bira olması gerektiğine inanırım.
  55. Güzel hatun buldum mu hiç acımam, aynen yazılırım.
  56. Zor sinirlerim, beni sinirlendirmeyi başaran insana şaşırırım.
  57. İhtisaslı tembelimdir.
  58. Bir iş muhakkak yapılması gerekene kadar yapmam.
  59. Son dakika adamıyımdır, son dakikada gelen yaratıcılığa inanırım.
  60. En korktuğum şeyler arasında "sıçtın mavisi" yer alır.
  61. Teknolojiden anlamak ve anlamamak arasında bir noktadayımdır.
  62. Bisiklet sürmeyi bilmem, eksikliğini çok hissetmem.
  63. Araba kullanmaktan keyif alırım.
  64. Eski nesil, hava soğutmalı (hani yavurun beatle bizim tospaa dediğimiz) VolksWagen'dan daha güzel araba yapılmadığına dair sağlam bir inanca sahibimdir, kedinlerini sürmesi bile ayrı keyiftir.
  65. Gezmek, seyahet etmek, yeni yerler görmek çok sevdiğim şeyler arasında yer alır.
  66. Trenleri, rayları, tren yollarını, trenle yol almayı pek severim.
  67. Of uzun yola çıkıcaz, çekilmez bik bik diyen adamla ilişkimi gözden geçiririm.
  68. Eş, dost, muhabbet, sosyalleşmek filan, acaip hoşuma giden şeylerdir.
  69. Yeni insanlarla tanışmayı çok severim, gittiğim her yerde mümkün olduğu kadar yeni insan tanımayı isterim.
  70. Dans mevzusundan pek haz etmem.
  71. Resim konusunda inanılmaz derecede yeteneksizimdir.
  72. Board gameleri severim.
  73. Tavlada alayınızın eline veririm.
  74. FRP oynamak konusunda her daim istekliyimdir.
  75. Şu an bilgisayar kilitlendi, sadece bu pencereyi kullanabiliyorum, yani ne kadar ah ulan yeter desem de, sike sike bu yazıyı yazıyorum. Diğer bir değişle, başladığım işi bitirme konusunda pek becerikli değilimdir.
  76. Çok çabuk dikkatim dağılır, geri toplaması zaman alır.
  77. Sayılarla aram hiç iyi değildir.
  78. Pozitif bilimlerden hiç haz etmem, pozitif bilimlerin var olmasının sosyal bilimlere bağlı olduğunu düşünürüm.
  79. Ne kadar becerebiliyorum bilmem ama, yazı yazmayı severim.
  80. Kadıköy benim için ev gibi yerdir, gittim mi kendimi huzurlu hissederim.
  81. Mekan tutarım, Kadıköy'e gidiyorsam, Taksim'e gidiyorsam hangi bara oturacağım bellidir.
  82. Teacher's Pub ve Thales hayatımda önemli iki yerdir, oralarda içmeyi severim.
  83. Poz atan, trip yapan insandan hiç haz etmem, yanıma gelsin istemem.
  84. Çay mı kahve mi deseler, çay derim.
  85. Etobur sayılabilecek düzeyde et yerim, sebzeye de midemde yer vardır, yeterki güzel pişirilsin.
  86. Bamyayı yemek bi kenara, adını ağzıma almamaya özen gösteririm, mecbur kalır değersem duşa girerim.
  87. Duş almaktan haz etmem, insanlığın bu büyük zaman kaybına acilen bir çözüm bulmasını isterim. (Yıkanmamak, deodorant/parfüm filan çözüm değil. Adam gibi sistem icat etsinler, içine girelim çıkalım, 2 dakkada tepeden tırnağa pırıl pırıl olalım, benim arzum bu.)
  88. Evde aylık etmekten keyif alırım, yeri gelir kanepeye yatar bütün kıçımı bir o yana bir bu yana yuvarlarım.
  89. Televizyonu açtım mı ya spor kanallarına, ya haber kanallarına, ya da çizgi film kanallarına takılırım, dizi mizi mevzularına internetten akarım.
  90. Dizi dediğin 20 dakika ve komik olmalı, drama dizilerine soğuk bakarım.
  91. Çizgi filmlerden pek haz ederim, yeri gelir saatlerce kesintisiz Nickelodeon izlerim.
  92. Family Guy'ı dünya televizyon tarihinde bir kilometre taşı, bir efsane olarak görürüm.
  93. Torentten filan anlamam. Paylaşım programı olarak eMule kullanırım.
  94. Telif hakkı mevzusundan haz etmem, sanatın bedava olarak ulaşılabilir olmasından yanayım.
  95. Nedense gece uykusundan pek haz etmem, sabah uykusuna bayılrım.
  96. Metal müzik türleri arasında en çok thrash metale hastayım.
  97. Sinemayı pek sever, kütür kütür de izlerim.
  98. Halı sahaya gitmeyi pek severim, mevki olarak kaleyi benimsedim. (Halı sahaya kaleci lazım olursa bi ses ediyosun, aynen ordayım.)
  99. Fotoğraflarda olmayı severim ama fotoğraflar beni sevmez, çirkin çıkarım.
  100. Doruk iyi çocuktur, bu hayvan gibi mimi bana soksa da, yanaklarını sıkarım.

15 Eylül 2009 Salı

Bitti


Grand Slamlerin yeni kıtada oynananı, US Open, bir kaç saat önce bitti. Üstelik, biten sadece turnuva değildi. Roger Federer'in inanılmaz serisi de sona erdi. Üstelik bu seriyi 20 yaşında bir tenisçi, Juan Martinez Del Potro bitirdi. Roger Federer'in yenilmesine alışık olmayan bizlerin ise, bu yenilgi üzerine içinde bir ağaç devrildi.

Maç beş sete kadar uzadı. Çok kötü başlayan Del Potro ilk seti 6-3 verdi. İkinci sette, Federer servis kırmaya çok yakınken, genç raket oyunu kazandı ve seti tie-breake taşıdı. Biz Federer seti burdan vermez derken, kötü başlayan Del Potro, süprizin kralını yaptı. (Burada bir not düşmek gerek, tie-break uygulaması dieğr grand slam finallerinde yer almazken, sadece Amerika Açık'taki finallerde tie-break kuralı geçerli oluyor) Federer'in tie-break karnesi oldukça iyi. Rakibinin de iyi bir tie-break grafiğine sahip olduğu bir gerçek. Fakat kariyerinin ilk Grand Slam finalini oynayan 20 yaşında bir gencin, Federer'i tie-breakte yeneceğini, eminim kimse beklemiyordu. Bu büyük süprizle üçüncü sete gidildi, üstat bekleneni bu sefer verdi, seti cebe indirdi. 6-4. Dördüncü set tam bir kader seti oldu. Federer bir çok kez maçı alacak fırsatları yakaladı, ancak yararlanamadı. Bir öyle bir böyle derken, set yine tie-breake kaldı. Federer tie-breakin hemen başında çift hata yaparak, "lan noluyor?!" deditti. Biz daha ağzımızı kapayamadan, Del Potro tie-breaki kazanıp, seti bitirdi. Son set ise, biz Federer severler için tam bir hayal kırıklığı. Federer toplamda 60 basit hata ve 11 çift hatayla oynadı! Son seti genç oyuncu 6-2 kazandı.
20 yaşındaki Juan Martin Del Potro US Open 2009'a, adını şampiyon olarak yazdırdı!

Maçın bitimiyle Del Potro'nun aşırı duygusal tavrı, kazandığına adeta inanamayarak hüngür hüngür ağlaması, "en büyük hayallerimden birini gerçekleştirdim, bir diğeri Federer gibi olmak, fakat bunun için daha çok çalışmayalım" şeklindeki açıklaması, bir Federer sevdalısı olan beni bile etkiledi. E bir de Arjantin sever olarak, bu sempatik ve genç Arjantinlinin kazanması, beni çok da yaralamadı. Federer ise US Open'ı 5 kez üst üste kazandıktan sonra, bir rekor olan 6. galibiyeti kaçırdı ama efendiliğini ve sportmenliğini hiç bozmadı. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu ünvanını hak eden bu insan, açıklamaları ve genç oyuncuya olan övgüsüyle, yeniden gönülleri kazandı.

Federer, oynadığı Grand Slam finallerinde, sadece Rafael Nadal'a yenilmişti. Del Potro'nun finale gelmeden önce Rafa'yı devirmesi, hepimize bir "lan yoksa?" dedirmişti ancak 20 yaşında bu kadar tecrübesiz bir ismin Roge'yi devirmesi beklenmedik birşeydi. Gün oldu, devran döndü, mucizeler bu gece US Open finalinde görüldü. Bu genç isim, bu muhteşem bir performans çıkartarak ilk Grand Slam finalinde Federer'i deviren bu isim, yeni nesil tenisçiler arasından sıyrılıp, kalbimizi çaldı götürdü. Tebrikler Del Potro, tebrikler Federer. Ocak 2010'da, Avustralya açıkta görüşmek üzere.

13 Eylül 2009 Pazar

Hayat fena halde futbola benzer....


Böyle diyor Savaş Dinçel, Hacı karakterini canlandırdığı "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı filmde. Çok da güzel diyor. Zaten Serdar Akar da çok güzel bir film çekiyor. Erkan Can "kalesinde" devleşiyor, Uğur Polat, Müşfik Kenter gibi isimler az süre aldıkları maçta muhteşem bir performans ortaya koyuyor. Tek sırıtan takımın yıldız forveti Rafet El Roman, o da oyunu çok iyi bilen takım arkadaşları sayesinde maçı kurtarıyor.

"Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" filmi muhteşem bir film. Teması futbol. Hatta daha da ötesi, amatör futbol. Haliyle çok sevmek için biraz da "oyunu" sevmek gerekiyor. O toprak sahada kalkan tozun, krampon darbesiyle yarılan bacağın, uğruna krampona kafa uzatılan bir takımın sevgisi yoksa yürekler de, belki de anlam ifade etmiyor. Hayat fen halde futbola benzer denildiğinde, ne alakası var diyecek insana, bu film pek de yakışmıyor.

Gerçi şurası kesin, "ne alakası var" diyecek insanın kesinlikle izlemesi gereken bir film "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar". Futbolun neden hayata fena halde benzediğini, çok güzel anlatıyor. Bizim bu oyunu neden bu kadar sevdiğimizi de, bizi bir türlü anlamayanların gözüne gözüne sokuyor. Simon Kuper'in "Football Against The Enemy" adlı yapıtında gösterdiğini, futbolun asla futbol olmadığını, bize bir de Esnaf Spor anlatıyor.

Film bununla da kalmıyor, "Endüstriyel futbola hayır!" sloganının içini dolduruyor. Paranın nasıl oyunun üstünde yer ettiğini kanıtlıyor. Profesyonellik diye bize yutturulanın bir kaç adamın at koşturmasından ibaret olduğunu bize gösteriyor. Sektöre dönüşmüş, endüstriyelleşmiş bir futbolun, futbol olmaktan çıktığını ispatlıyor.

Bunun hayata fena halde benzeyen bir oyun olduğunu yeniden bize hatırlatıyor. Onlar olmadan senin bir bok ifade etmediğini gösteriyor. Ekip olmanın, dayanışmanın, amaç için bir olmanın ne kadar kutsal olduğunu akıllara yerleştiriyor. Modern dünyanın getirisi diye bize yutturulan profesyonel hayatın, bir sikim olmadığını, mutluluğun amatör ruhta yattığını kanıtlıyor. Film, hayata ortayı, soldan açıyor.

Bir boş vaktinizde izleyin efendim bu filmi. Hatta bu filmi izlemek için boş vakit yaratın. "Bir futbol topu peşinde koşan 22 adam" diyerek, küçücük beyninizin anca yetebildiği o manasız aşağılamanızı da aklınızdan çıkarmayın. Filmin sonunda yine aynı lafı edebiliyorasanız, bu blogu da ne olur tekrar açmayın. Hatta inatla aynı lafı diyen herkesin ta amına koyayım.

7 Eylül 2009 Pazartesi

The Boat That Rocked!


Sanırım herşeyden önce şunu söylemek lazım, LONG LIVE ROCK 'N' ROLL. Kesinlikle şu filmin ağzımızda bıraktığı bu muhteşem tadın en önemli mesulu, o muhteşem rock n roll ruhudur efendim. Zira film ekibi de bu ruhun gücünün farkında ki, üşenmeyip bize harika bir film yapmışlar, adını da The Boat That Rocked koymuşlar.

Kuzey denizinin ortasında bir gemi, içinde bir sürü adam, bir de lezbiyen kız. Hükümetin karşı olduğu rock n roll'u 24 saat susmadan çalıyorlar! Ülkenin yarısı, tam 25 milyon kişi de onları dinliyor. Sene 1966. Hükümet bunları kapatmak için uğraşıyor filan, ortaya tadından yenmeyecek bir film çıkıyor. 10 üzerinden 10 veriyorum kendisine, hiç bir yerinden not kıramıyorum. Bu kadar beğendiğim bir filmin de tutup eleştirisini yazmıycam buraya, gidin izleyin işte. İnanın pişman olmazsınız, hatta bana teşekkür edersiniz. Ben filmden haberdar olmamı sağlayan Pınar'a (ıslakkarga) çoktan müteşekkir oldum bile.

Tabii şu da kesin, filmden alınan tadın bu derece tatminkar olmasını sağlayacak önemli bir ön koşul var, rock n roll ruhuna aşık olmak! School of Rock filmi de öyleydi, eğer gerçekten rock müzik sevdalısıysanız, sıradan bir izleyiciye nazaran çok daha yoğun duygularla izliyordunuz o filmi. Bu film de öyle. Herşeyden önce bize rock n roll ruhunun nasıl koca bir ülkenin yarısını ele geçirebileceğini, bu duygunun yarattığı birlik hissinin ne boyutlara gelebileceğini filan çok keyifli bir şekilde gösteriyor. Siz de tıpkı 1966 İngiltere'sinin yarısı gibi, o ekibin bir parçası ve rock n roll ruhunun taşıyıcısı olmak istiyorsunuz.

Bir de beni filmin içine biraz daha çeken ufak bir detay da var. Bu sayfaların birinde, okul radyosundaki deneyimlerimden üstünkörü bahsetmiştim. Filmde de görebileceğiniz üzere, radyoculuk, bir radyo ekibinin parçası olmak, bu ekip amatör ruhunu koruyabilmişse ve radyoculuğu gerçekten müzik aşkı için yapabiliyorsa, inanılmaz bir iş. Bizim sikindirik RadyoSU bile, bir arada olmanın ve sayısı ne kadar az da olsa insalara ulaşmanın keyfini dibine kadar yaşayabildiğin bir yer. Bir de milyonlarca insana sesini ulaştırabildiğini düşün!

The Boat That Rocked sıkıcı bir pazartesi gününde, tatil planları yan çizen arkadaşlar yüzünden suya düşmüş, yapacak hiçbir iş olmadan evde oturan şu bünyemi, rock n roll isyankarlığı, neşesi ve birlik hissiyle doldurdu. Radyoculuk mevzusuna ne kadar aşık olduğumu ve insanların müzikle birleşmesi fikrine nasıl da hayran baktığımı yeniden kanıtladı. Okulun açılmasıyla birlikte yaratacağım ve çok inandığım bir projenin fikrine temel hazırladı. Beni bu kadar mutlu ettiyse, sizi de eder diye düşünmekteyim. Bence, izleyin.

3 Eylül 2009 Perşembe

Ey Özgürlük!

Zülfü Livaneli. Bir sanatçı. Bir siyasetçi. Siyasetçiliği beş para etmese de, sanatçılığıyla milyonları peşinden sürüklemiş, şarkı ve türküleri milyonların direnişine eşlik etmiş bir insan. Son günlerde yine gündemde. Fakat bu sefer ne yazıkki yüzlerde gülümsemeyle değil, derin bir nefretle. Livaneli, milyonların diline pelesenk olmuş, mücadelelere marş olmuş o çok ünlü eseri "Ey Özgürlük" şarkısını, Vodafone firmasına 300 bin dolar karşılığında satmış bulunmakta.

Belkide haftalardır dönüyor reklam. Eminim hepiniz farkındasınızdır. Belki sizin için sadece hoş bir süprizdi o şarkıyı o reklamda duymak. Belki de hiç kafanıza takmadınız. Fakat, bizlerin kafasına takıldı. O şarkıyı mücadelesinin yoldaşı etmişlerin aklına takıldı. Şu an bu yazıyı yazarken bile arkada Livaneli'nin eserleri çalıyor. Şimdi soruyorsunuz belki de, bir sanatçının eserinden para kazanması, nasıl yanlış olabilir? Eğer o sanatçı, o eseri, sattığı firmanın temsil ettiği herşeye karşı yazdıysa, işte o zaman yanlış olabilir.

Yıllarca emperyalizme karşı konuştu Livaneli. Sürgün yıllarım diye hitap ettiği dönemdeki eserleriyle de, görüşlerine sahip çıkanların bam teline dokundu. Mücadeleyi destekledi, ateşledi. Şimdi bütün bunları yapan kendisi değilmiş gibi, yıllarca karşı durduğu bir düzenin daha da alıp yürümesi için, eserini firmaya satıverdi. 300.000 dolar karşılığında. Anladıkki, Livaneli'nin de siyasetine tüm bağlılığı, 300.000 dolarmış. O parayı veren, Livaneli'yi satın alırmış.

Diyorki benim şarkılarım artık halka mal oldular, diyorki ben o şarkıyı genç kuşaklar tanısın diye sattım. E be Livaneli, dağıtsana o zaman o 300 bin doları, o halka ve o genç kuşaklara. Elde ettiğin bu artı değeri, gerçekten toplum için kullansana. Yıllarca insanlığı insanlığından çıkarmış bu artı değer değil miydi? Yıllarca siyasetini bu yönde şekillendirmedin mi sayın Livaneli? Şimdi ne değişti? Gözünü para hırsıyla ne boyadı?

Daha fazla diyecek birşeyim olduğunu sanmıyorum. Fakat, konuyla ilgili olarak online mecmua soL'da çıkan bir yazıyı da sizinle paylaşmak istiyorum. Tıklayınız. Bu noktadan sonra, ne yapsak nafile. Özgürlüğün marşı, özgürlüğü yok edenlere satılmış, biz bu mücadeleye sahip çıkanlar şaşırıp kalmış. Ne yapalım? Fakat bilinsinki, o şarkı daima bizim özgürlük marşlarımızdan biri olacaktır, asla ve asla, hiçbir neslin aklında Vodafone reklam cingılı olarak kalmayacaktır.

Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını. EY ÖZGÜRLÜK!

1 Eylül 2009 Salı

Quis custodiet ipsos custodes?


Bir iki başarısız giriş denemesinden sonra, aslında neden uzun zamandır hiçbir şey yazmadığımı da anladım. Yazı yazmaya çalışmak beynimi acıtıyor ve uzun bir süredir sabaha kadar oturup akşama kadar uyumaktan başka hiçbirşey yapmayan zihnim, bu acıyı pek de kaldıramıyor. Fakat, ne olursa olsun, yazmak bir gereksinim hali de olduğundan, insan zihnindekileri yazıya dökmek istiyor. Üstelik buranın yaşamasını, aktif olmasını isteyen şu bünyeme, bloga birşeyler eklemek, her ne kadar beyin yorucu olsa da, büyük haz veriyor.

Peki başlıkla yukarıda yazanlar nasıl bir bağlantı içeriyor? Eğer zorlarsak, elbette felsefik bir bağ yaratmak mümkün, fakat aslına bakarsanız yukarıdakiler sadece benim kişisel serzenişlerimden oluşuyor. Başlığın İngilizce'ye bire bir çevirisi, "Who will guard the guards themselves?". Romalı şair Juvenal'den bir alıntı. Fakat biz, bire bir tercümesinden değil de, İngilizce'ye "Who watches the watchers?" şeklinde geçmiş halinden bahsedicez. Yani; "Gözcüleri kim gözlüyor?".

Eminim çizgi roman kültürüne aşina olanlar gerek bir önceki paragraftan, gerek başlıktan, gerekse yazının başında kullandığım görselden konunun nereye gideceğini kavramıştır. Konumuz, Watchmen! Çizgi romanlar tarihinin belki de en önemli eseri. Times dergisi tarafından hazırlanan yüzyılın en önemli edebiyat eserleri arasındaki tek çizgi roman. Ülkemizde daha çok "V For Vendetta" ile tanınan ancak en az onun kadar ünlü "Swam Thing", "Miracleman" ve "From Hell" gibi eserleri de kaleme almış Alan Moore'un bir üretimi. Alan Moore için kimileri dünyanın en önemli çizgi roman yazarı diyor, karşı çıkılması güç bir iddia. Watchmen'in çizimlerini ise, Dave Gibbons tarafından gerçekleştirilmiş. 1973 yılında başlamış bir çizgi roman kariyeri, bir çok önemli işte yer almış çizimleri ve yazdığı hikayeleriyle komple bir çizgi roman insanı Dave Gibbons.

Alan Moore bu çizgi romanda soğuk savaş dönemi için alternatif bir senaryo yazıyor ve paranoyanın tavan yaptığı bu süreçte maskeli kahramanların yerini inceliyor. İnanılmaz derinlikli yazılmış karakterler, muhteşem bir atmosfer ve güçlü bir finalle sonlanan kusursuz anlatım. Alan Moore'un Watchmen'de bizlere sunduklarından sadece bir kaçı. Çizer Dave Gibbons ise, Moore'un yarattığı bu inanılmaz hikayeyi muhteşem şekilde resmediyor. Yaratılmış alternatif gerçekliği, muhteşem çizemleriyle adeta zihnimizin içine yerleştiriyor. Bir çizerin dahi hayal gücünü zorlayacak Alan Moore'un o fantastik dehasını, muhteşem şekilde resimliyor ve kusursuz bir çizgi roman okumamızı sağlıyor.

Bu efsane çizgi roman üzerine, daha ne söyleyebilirim, inanın aklıma gelmiyor. Zira Alan Moore'un yarattığı ve Dave Gibbons'ın resimlediği bu eseri eleştirmek, benim gibi amatör sayılabilecek bir çizgi roman tutkununun, amatör sayılabilecek bir edebiyat tutkununun yeteneklerini aşıyor. Zihnimdeki görüşler ise, yukarıdaki paragraflar da yer alıyor. Fakat, her ne kadar yine amatör bir sinefil sayılsam da, Watchmen'in sinema uyarlamasına ağız dolusu küfürler edebilmek için, inanın sadece çizgi romanı okumuş olmak yetiyor.



Watchmen'i beyaz perdeye uyarlayan yönetmen Zack Snyder. Kendisini belki de yarattığı atmosferden ötürü tebrik etmekte fayda var gibi görülebilir. Ancak, başlarda yakaladığı muhteşem havanın, film ilerledikçe içine sıçıyor. Bunda filmin uzun olmasının etken olduğu düşünülebilirse de, şahsi kanaatimce bu bir sebep dahi arz etmiyor. Çizgi romanın grafiklerinin içerdiğinden çok daha öte kullandığı şiddet ve seks, yönetmenin tercihi gibi görülebilir ancak film ilerledikçe damakta ucuz bir gişe hamlesi tadı bırakıyor.

Yönetmenin filmin içerdiği rezalet oyunculuğa nasıl olup da müdahale etmediği, akıllarda çok önemli bir soru işareti bırakıyor. Filmin belkide en önemli karakterlerinden biri olan Miss Jupiter'i oynayan Malin Akerman'ın yeteneksizliği, filmi izleyen insanları kanser edebilecek düzeyde. Kendisi sadece sevişme sahnelerinde başarılı bir performans sergiliyor ve bu özelliğiyle de oyunculuk motivasyonunu nasıl sağladığını bana çok merak ettiriyor. Ozymandias ve Dr. Manhattan gibi iki kilit karakteri canladıran isimler Matthew Goode ve Billy Crudup vasatı aşamıyor. The Comedian'ı canlandıran Jeffrey Morgan film genelinde iyi sayılabilecek bir oyunculuk sergilemesine karşın Moloch'la dialoglarının geçtiği o kilit sahnedeki inanılmaz sıçışıyla, izleyenleri sinir küpü ediyor. Nite Owl II karakterini canladıran Patrick Wilson başarılı filmdeki başarılı diyebileceğimiz ender oyunculuklardan biriyle izleyici karşısına geliyor. Filmin en başarılısı ödülü ise, hiç şüphesiz Rorschach karakterini canlandıran Jackie Halley'e gidiyor. Filmin yarısında yüzünde maske vardı lan diyenler haklı olabilir tabii ama, gerek maskeyle gerekse maskesiz sergilediği performanslar, bu vasat ekibin arasından kolayca sıyrılmasını sağlıyor.

Filmin belki de en güzel yanı, çizgi romandaki fantastik görsellerin perdeye güzel bir şekilde aktarılmış olması. Karakter kostümleri, Night Owl'un hava gemisi Archie, Mars'taki sahneler ve Dr. Manhattan beyaz perdede gerçekten hoş duruyor. Ancak bunu gerekli prodüksiyon bütçesine sahip her ekibin gerçekleştirebileceği düşünüldüğünde, pek de öyle ahım şahım birşey olmadığı ortaya çıkıyor. Yine de, Rorschach'ın maskesini her kim modellediyse, büyük bir alkışı hak ediyor.

Watchmen uzun bir eser. 32 sayfalık 12 sayıdan oluşuyor. Bu da eserin beyaz perdeye yansıtılma sürecini zora sokuyor. Bana kalırsa Watchmen de tıpkı LOTR'da olduğu gibi 3 film halinde beyaz perdeye aktarılmayı hak ediyor. Zira, koskoca eseri tutup da tek filme sığdırmaya çalışınca, elimizde böyle boktan bir iş kalıyor. Yönetmen ve yazar ekibi, ilk maskeli kahramanların, onların ilk ekiplerinin nasıl toplanıp dağıldığını anlatmak için hoş bir yöntem seçmiş. Her ne kadar çizgi romanı okumamış kimseler için o sahneler anlamsız olsa da, çizgi romanı okuyanlar için haz verici oluyor. Bizler madem hikayenin bu kısmı bu kadar özet geçildi, o zaman asıl hikayeye mhteşem yönelirler derken, hayal kırıklığının en büyüğü bu noktada geliyor.



Edebiyat eserlerinin beyaz perdeye aktarılırken kesintilere uğraması, bir parça değişmesi kabul edilebilir. Peter Jackson'ın Tom Bombadili perdeye aktarmaması bile bir şekilde sineye çekilmişti. Ancak Watchmen'deki senaryo değişiklikleri, insana kafayı yedirtiyor. Hikaye inanılmaz derinlik katan olaylar, hikayenin finali şekillendirien sekanslar Watchmen'in sinema uyarlamasında yer almıyor. Zaten bu yer almayış, filmin, hikayenin finalinden çok farklı, über dandik bir sonla bitmesine sebep oluyor. Bütün bunlara da eseri tek bir filme sığdırma çabası neden oluyor.

Sonuçta, elimizde iki ürün kalıyor. Biri çizgi roman tarihini köklerinden sarsan ve dünyanın en önemli yapıtları arasında yerini alan Watchmen, bir diğeri ise bu muhteşem eserin tüm heybetini ve görkemini ayaklar altına alan bir Zack Synyder filmi. İnsan gördükçe üzülüyor, üzüldükçe gözün kör olsun para diyor. Gişe beklentileri ve eserin tek filme sığdırılma çabası, bu kusursuz çizgi romanın, düdük gibi bir film uyarlamasına sahip olmasına neden oluyor.