31 Mart 2009 Salı

Mimlenmişim v.2


Efendim Blog alemlerinin sevilen ismi Maksimov tarafından mimlenmiştim geçenlerde hatırlarsanız. O mime verdiğim cevaba kimi haksız yorumlar vardı, yok efendim neymiş laf kalabalığına getirmişim filan diye. Külliyen yalan efendim. Gayet cevapsız bir cevap vardı orda, çok felsefikti filan. Gerçi bu da yalan ama, olsun.

Neyse, blogumuzun amansız takipçilerinden Büyük Rakı'da girişmiş bu sağı solu mimleme işine. Gelmiş apartmanın alt katından bağrıyor, "Selamon, hüuoop Selamon, mimlendin oğlum lan" diye. Çıktım baktım camdan neye mimlenmişim diye, güzel bişeye mimlenmişim. Severek izlediğimiz ama artık yayında olmayan 3 dizi neymiş. Mim bu, buna konuş demiş Büyük Rakı, aynen konuşuyorum. Ve hatta işi büyütüp mimi yerli ve yabancı olarak ikiye bile ayırıyorum.

Yabancılardan ilk olarak pek tabiiki Coupling. Dünya televizyon tarihinin en şahane dizisi ne diye sorsalar, çekinmem aday gösteririm Coupling'i. Ulan o ne güzel oyunculuktu, o ne şahane karaterlerdi, o ne enfes diyaloglardı öyle. İngiliz mizahını seviyorum arkadaş. İsteyen istediği kadar laf sokabilir. İkinci dizimiz ise, Six Feet Under. Bilgisayarıma indirip düzenli olarak izlediğim ilk ve tek dramadır kendisi. Genelde komedi dizileri dışında dizi izlemem. Fakat Six Feet Under o provakatif yapısı ve derinlikli senaryosuyla beni benden almıştı. Dizinin sonunda hüngür hüngür ağlamıştım lan. Çok garip ruh hallerine sürüklemişti beni kerata. Son yabancı dizimiz ise, 90ların efsanevi üretimi The Advanterous of Pete and Pete. Çocuk yaşlardayken izler ve hayran kalırdım efendim kendisine. Geçenlerde bir paylaşım programında bölümlerini buldum, baştan aşağıya hepsini yeniden izledim. Bayılmamak, hayranı olmamak elde değil. Çocukluğu ve ergenliği bu kadar keyifli ele alıp, dünyanın en önemli şeyi gibi inceleyip, arada Amerikan aile yaşantısına da süper dokundurabilen bambaşka bir diziydi kendisi. Müzikleri ise ayrıca bir takdiri hak etmekteydi.

Gelelim yerli dizilere. Büyük Rakı çok dellenmiş niye bu kadar çok sikko yerli dizi var diye ama, zamanında çok güzel yerli diziler de yayınlandı yahu. Oturup ampul gibi Kanal D, ATV, Show TV izleme sebebimiz oldular da o dayanılmaz entelliğimiz acaip sekteye uğradı :P Bu dizilerin arasına ilk sıradan sanırım Biz Size Aşık Olduk adlı diziyi sokabilirim. Beyaz ve Meltem Cumbul başrollerdeydi. Konusu zengin züppe erkekler ve orta halli hanımların aşkı şeklinde basit bir konu olsa da, pek sevilesi oyuncu kadrosu, hikayenin inanılmaz sempatik işlenişi ve Babazula'nın enfes müzikleriyle çok keyifli dakikalar yaşatmıştı bize. Ondan sonra bir de Tatlı Hayat vardı tabii. Her ne kadar yabancı bir diziden alınmış konsept üzerine temellendirilse de, İhsan Yıldırım ve İrfan karakterleri, inanılmaz keyifli saatler sunuyordu bize. Eh İhsan karakterini oynayan Haluk Bilginer ve İrfan karakterini oynayan da Celal Kadri Kınoğlu gibi iki usta isim olunca, yeme de yanında yat pek tabii. Son olarak da bir dönemin gerçek efsanesi, İkinci Bahar. Şener Şen, Türkan Şoray, Tarık Pabuççuoğlu gibi usta isimlerle şenlenen bir diziydi o da. İlk başlarda çok izlemezdim ama, sonradan sonraya feci sarmıştı beni. Sonunda pek bir salya sümük ağlayıp Türk filmi izleyen ev kadını moduna bürünmüştüm.

Neyse işte. 3 yerli 3 yabancı sayıverdim. Mim görevimi hakkıyla yerine getirdiğimi düşünüyorum. Ayrıca böyle nostaljik ve keyifli bir yazı imkanını da bana sunduğu için buradan Büyük Rakı'ya teşekkürlerimi sunuyorum. Yeni mimlenen Türk gençliği: Begbie, AyDi, SemiGod, Doruk, Zefir-i Elem. Mimlenen tüm gençlere kolay gelsin diyor, pek sevgili Ankara Büyükşehir Belediye Başkanım İ. Melih'in o sırıtmaktan vazgeçemeyen suratını öpüp aranızdan çekiliyorum.

Gel gelelim haftaiçine


Evet efendim. Haftasonumuzu evde yaya yaya, uyuya kaykıla geçirmenin ardından, dün sevgili okulumuza ve yurdumuza dönüş yaptık. E pek tabii yapmaz olaydık. Ha ne var birader 31 çekiyorsunda gelip ucunu mu sıkıyorlar yurtta, ne bu sevmemezlik derseniz, ne biliyim lan.

Şimdi yalan söylemeyeyim, keyfim yerinde burada. Odam rahat, karışanım edenim filan yok, eşin dostun arasındayız. Bunlar hep güzel şeyler, zerre itirazım yok. Zira aslında yurt kafasını seviyorum. Problem derslerde aslında. Hatta dersleri de geç, sınavlarda. Malum her dönem başı klasik öğrenci yalanı olarak derslerime günü güne çalışıcam deriz. Bu dönemin başında ben de dedim. Geçmiş girilerden birinde diğer klasik yalanlarla birlikte görebilirsiniz kendisini. Fakat tabii sizin de fark edebileceğiniz gibi, yalan olmaktan öteye gidemedi bu derslere günü güne çalışma olayı.

Misal bakınız cuma ilk sınavımı oldum. Sınava çalışmaya sınavdan bir gün önce başladım. Ha hani konular ilgilendiğim konulardı, dersi takip ediyordum da, iyi geçti sınav patlamadık. Fakat, yarınki sınav pek öyle gözükmüyor. Konular yine ilgilendiğim konular orda problem yok ama, hoca sanırsam okumalardan soracakmış. Diğer bir değişle, siki tuttum abi. Neyse, 6 haftanın okumasını bir günde yapmak dediğin nedir ki, hıh, gayet yapılır. Hem AKP'den devşirirsek sloganımızı: Sen Sarpsın büyük düşün!

Neyse, hazır içimizi de boşalttık bloga, biraz dinlenip başlayım ben okumalara. Yarın sabah 9.30'a kadar kafamı kaldırmaya dahi pek fırsat bulamıyacağım enfes bir maratona giriyorum. Girelim, görelim. Bakalım neler olucak. Hadi öptüm hepinizi anacım, hoşçakalın.

28 Mart 2009 Cumartesi

Telekom! Sözüm Sana!


Aslında söz söylüycek bir çok kurum ve şahıs var bu aralar. En tazesi an itibarı ile Telekom olduğu için başlığa Telekom yazdım ve hatta yazının temeline Telekom'u oturtucam. Ne oldu niye sinirlendin derseniz, o da basit, hakkım olan hizmeti alamıyorum!

Efendim bu Telekom'u özelleştirdiler filan, arada o ne oldu hiç takip edemedim. Arap'ın biri geldi şirketin 1 yıllık kârına koca şirketi aldı gitti. Üstelik ödeyeceği parayı da taksitle ödüyor filan, cillop gibi okuttular koca Telekom'u. Özelleştirme süreci tamamlandı mı, tamamlanmadı mı kimsenin haberi yok anasını satayım. Tayyip, Unakıtan filan bir olmuşlar, aralarında top çevirir gibi koca Türkiye'yi çeviriyorlar amına koyim. Çıkıp bir hesap soran da yok. Medya filan el pençe divan maşallah. Hayır gerçi karşı durayım desen, adam cart diye çekiyor milyar dolarlık vergi borcunu, bir iflas, hop, kanal AKPli'lerin elinde. O ne lan? Şu an medyanın yarısından çoğu bu adamlarda. Doğan ve Ciner dışında AKP'ye doğrudan göbek bağı olmayan tek bir yayın kurluşu yok. Yuh! Sonra demokrasi, serbest piyasa filan. Hadi lan derler adama.

Ulan Telekom'la son yaşadığım olayı anlatayım diye başladım ama nerelere geldi mevzu. Bunları şimdilik bir kenara bırakıp geçelim Telekom'a yine niye sinir olduğuma. Efendim bunlar bir kaç zaman önce, baktılar millet dünyanın en zırto internetini kullandığının farkına vardı diye, minimum bağlantı hızını 1mbit yaptılar. Hayır biz o dönem çıkıp açık açık dedik, Türkiye'nin internet omurgası her kullanıcının 1mbitlik bağlantısını kaldırmaz, bunlar sadece göz boyamadır filan diye ama, abiler çekinmeyip herkesi 1mbite yükselttiler. İlk başlarda kimse tabii 1mbiti filan göremiyordu. Neyse, zamanla alternatif bağlantılar çıktı, bir kısım insanlar onlara geçti de omurganın üzerinde azalan yük sayesinde 1mbit görülebildi.

Ha ama ne oldu, gel zaman git zaman üye sayısı yine arttı ve yetersiz altyapı nihayetinde patladı. Aylardır 1mbiti gördüğüm yok. En son bugün müşteri hizmetlerini arayıp derdimi anlattım. Ben 1mbit için para ödüyorum ancak aldığım servisin alakası yok diye. Müşteri hizmetleri insanı tabi direkt suçu bana attı, kablolar yanlış bağlanmış olabilir bi kontrol edindi ilk önerisi. Haliyle tarafımdan hışımla karşılandı. Neyse, anladıki tecrübeli bir internet kullanıcısıyla karşı karşıya, direkt "arıza" kaydı alıp teknik servise aktardı.

Bu aktarımın ardından ben size olacakları anlatayım. Teknik servis muhtemelen bir iki gün sonra beni arıyacak, biz araştırmamızı yaptık, sistemimizde sorun görünmüyor, hatlarınız kontrol edilecek, gerekli birime haber verildi onlar gelir en kısa zamanda denecek. Yine bir iki gün sonra hatlar kontrol edilecek, kontrol eden birim bizim hatlarımızda sorun yok, sorun sizde deyip gidecek. Sonuçta 1mbit hizmet alıyorum diye para ödememe karşın, asla 1mbit göremeden yaşamıma devam edicem.

Sözün özü şudur ki, TTNET'ten internet hizmeti almayın! Smile ADSL, Superonline ADSL filan da almayın! Zira Türk Telekom şu an ADSL'de tekel. Diğer isimlerle satılan ADSL hizmetlerinin tamamı yine Türk Telekom'un ADSL hatları üzerinden size iletiliyor. Yani aradaki firmalar sadece pazarlamcı. Piyasada ADSL'e alternatif internet hizmetleri türemiş durumda. Biraz araştırıp bulmanızı tavsiye ediyorum. Ben burda isim verip reklam yapmak istemiyorum ama, şunu açıkça söyleyebilirim, Türk Telekom'dan hizmet satın almayın!

Of, daha neler neler yazılır TT ile ilgili. Benim ödediğim faturalar sayesinde lisansını aldığı müzisyenlerin mp3lerini yine bana satma çabası (ki benim asla dinlemeyeceğim müzikler olması da cabası), altyapı tekeli olması, hizmet kalitesi düşüklüğü filan. Fakat zaten yeterince sıkıcı bir yazı olduğu kanaatindeyim. Belki bir kaç rahat yazının ardından Türk Telekom'un bu tür götlüklerine yine döneriz efendim. Neyse, hükümet Telekom el ele, bizi evire çevire öptükleri daha nice günlere. Hadi öptüm Tayyip'im.

26 Mart 2009 Perşembe

Kaşıkla Kek Yemek


Ya da alternatif bir başlık olarak, Yurt Kafası v.2. Nasılsınız gençlik? Ben gördüğünüz gibi biraz garip kafalardayım. Bu yurt kafası cidden ilginç bir kafa. Kettle'da makarna yapanından, sosis haşlıyanına neler görüldü, neler duyuldu bugüne kadar tey tey. Yok hani bizde imkanlar fena değil, severek kullandığımız bir mutfağımız var, haliyle kettle'da filan yemek pişirmek zorunda kalmıyoruz ama, yurt yinede yurt işte lan. Çatalı kaybetmişim, hayır insan çatalını nasıl kaybeder bilmiyorum ama ben bunu becermişim. Fakat bir kalıp da kekim var. Hayır bıçak olsa kesip yine elinle filan yersin, ancak bundan bir kaç ay önce de bıçağımı kaybetmiştim. Ebet, bunu da ilginç bir anektod olarak ele alabiliriz, benim oda da duran mutfak malzemeleri, belirli bir zamanın ardından hürriyetlerine kavuşup kaybolup gidiyorlar. Kimse bilmiyor nereye gittiklerini. Amerika kıtasının antik zamanlarından kalan bir inanca göre, ÇatalikasBiçakılaz diyarına göçüyorlarmış, öyle diyorlar. Diyen desin tabi de, nihayetinde efendim, ben çatalı bıçağı kaybedince, kaşıklıya kaşıklıya kek yemek durumunda kaldım, hayatımın en ilginç anlarından biriydi, ama güzeldi. Tavsiye ediyorum, bundan sonra herkes kekini kaşıkla yesin. Ya da yemesin amına koyim, para mı veriyorlar bana kaşıkla yenilince, vermiyorlar tabii.

Ha birde bi çizgifilm vardı. Neydi o, Kids From Room 402 miydi? İlkokula giden veletlerin hikayeleri anlatılırdı. İlginç karaterler vardı onda da, severek izlediğim bir çizgifilmdir kendisi. Jetix'de -eski Fox Kids- hala arada sırada rast gelir izlerim. Bu çizgifilmden bahsetme sebebim ise, orda bir karakter vardı. Polly McShane. Litvanya'dan göçmüştü bu Amerika'ya, kaşık obsesifi bir gençti. Hayatımda gördüğüm en ilginç karakterlerden. Kaşık koleksiyonu yapan bir keçi hayranı nasıl ilginç olmazki lan. Neyse, siz tıklayın şurayı, amansız bilgi kaynağı Wikipedia'dan okuyun detayları, ben şimdi yazıyı çizgifilm tanıtımına döndürmeyeyim.

Aslında biraz daha yurt kafasından bahsedesim var ama, onu bir başka yazıya saklayıp fotoğraflarla filan desteklemek gibi de bir düşüncem var. O yüzden şimdilik o işi askıya alıyorum. Gerçi hani, tarihin en büyük yalanlarından birini de atıyor olabilirim şu an sizlere, yok fotoğraflarla destekliycekmişim filan, hadi len o tembellikle sen sittin sene yapmazsın öyle bir iş dediğinizi duyar gibiyim. Siz de haklısınız tabi bir yerde, uzunca bir süre gelmiyebilir öyle bir yazı ama, en azından aklımda öyle bir fikir var. Zaten ben de hep fikir var, icraat biraz sorunlu. Babam ben beyin adamıyım fikir veririm işe karışmam derdi, hehe, o düstur güzel işte, ben de öyleyim, fikir insanıyız, beyin adamıyız biz baba oğul =)

Yine uzayıp fazla konudan konuya atladı yazı. Oluyor arada öyle, Tristram Shandy kafası. Onu da aşağıdaki yazılardan birinde yazmıştım, blogun düzenli okuyucuları hatırlayacaktır. Yok ben düzenli okuyucu değilim hatırlamıyorum o sebeple diyorsan, aşağılara doğru bak bir zahmet, orda bir yerde göreceksin neden bahsettiğimi. O kitap da çok ilginç mesela lan. Adam anne karnından başlıyor hayatını anlatmaya. Kafası bir milyon abinin. Çekti şeyden çekip oturmak lazım aslında blogun başına. O yüzyılın favori kafa yapıcı maddesi neydi kimbilir, ya da Bay Shandy'nin favori kafa yapıcı maddesi. Peki ya benim favori kafa yapıcı maddem? Al işte, bunlar hep önemli konular. Farkındaysanız tabir bile ilginç, kafa yapıcı. Bu da işte, bütün bunların yararını gösteriyor, kafamızı yapıyoruz. Kafa yapıyoruz, bir kafamız oluyor. Düşüncelerimiz olgunlaşıyor şenleniyor filan. Önemli bunlar. Keyif verici madde filan diye küçümsemek isteyenler var. Neyi küçümsüyorsun amına koyim, bak, kafa yapıyo işte alet şahane.

Aman nerelerden nerelere geldik ya. Neyse o zaman, bari yazının finalinde son bir dala daha atlayıp bitireyim. Kanadalı teknik death metal grubu Quo Vadis Türkiye'ye geliyor efendim, haberiniz olsun. İstanbul, Ankara, İzmir 3 konser verip kaçıcaklar. İstanbul ayağı 3 Nisan'da Kemancı Bar'da. Ben orada olucam efendim. Başka gelmek isteyen varsa buyursun gelsin. Gireriz kol kola şahane headbang yaparız. Çok şahane müzik yapıyor abiler, takata tukata bir girişiyorlar aletlere, teknik kelimesinin anlamını bir de görerek öğrenmiş oluyorsun. Sevilesi. Ha dersenki abi benim ne işim olur death metalle, teknikle filan, diyebilirsin tabi. Sen de öyle bir okuyucusu olabilirsin bu blogun, o zaman ben de sana derimki, o zaman sen beni götür bir yerlere. Misal tiyatroya filan gidelim beraber.

Al işte, lan bak tiyatro deyince aklıma ne geldi..... Geçen canım cancağazım bir arkadaşım sağolsun beni İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı oyununa götürdü. Aman yarabbim o ne güzellik, o ne muhteşemlik. Quo Vadis'ten sonra yeni konuya atlamıycam diye söz vermiştim ama, bahsetmeden geçemiycem. Özellikle o muhteşem oyunculukları muhakkak görmeniz lazım. Bugüne kadar İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun onlarca oyununu izledim, bunu rahatlıkla ilk üçe yerleştirebilirim. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın modern zamanlara enfes laf soktuğu inanılmaz bir eserin sahneye uyarlanmış hali kendisi. Muhakkak ama muhakkak gidin görün. Abi ben devlet tiyatrosu filan bilmem, yol yordam göster bize filan derseniz, buyrun beni dürtün, beraber gidelim. Tekrar ve tekrar izlemekten şiddetle keyif alacağım bir oyun kendisi.

Öeh aman be, bir türlü bağlıyamadım yazıyı. Niyeyse bugün aşk doldu içim yazdıkça yazasım geliyor filan. Yarın sınav var ya, işte, işimi yapmayayım da, ne yaparsam yapayım kafasının yeniden tezahhülü sanırsam şu anki halim. Fakat bitirmek lazım. Tecrübeyle sabittirki uzadıkça okunurluk düşüyor. Ulan şimdi o kadar da şey yazdık, ohooo çok uzun yazmış herif diye okumamazlık etmeyin diye kesiyorum burda. Aslında aklımda daha konu da var ya hani, neyse artık, onlar da ilerideki günlerin blog girisi olarak aklımda kalmaya devam etsin. Son olarak, yazıyı buraya kadar okumuş tüm vefaker okuyucularım için gelsin, gizli kod 666. Yazının yorumuna bunu yazana istediği bir kadeh içki/kokteyl benden. Okuyanla okumayanın bir farkı olsun di mi ama? Hadi öptüm anacım hepinizi, hoşçakalın.

p.s.: Kod ve içki konusunda ciddiyim. Sevgiler.

25 Mart 2009 Çarşamba

Alkışlar Portecho'ya


Efendim Portecho diye bir grubumuz var, yaptıkları müzik tarzı benim çok anlamadığım bir tarz. Abiler bizim okulda düzenlediğimiz partilere 3-4 kez gelip çaldırlar filan, ordan tanıyorum ben de kendilerini. İki abi bunlar, biri önüne bir Apple laptop koyuyo, diğeri vokale geçiyor, en az 10 adamdan çıkacak sesleri çıkartıyorlar. Okul partilerimizde dinlediğim kadarıyla da, sevilesi abiler, keyifli müzik yapıyorlar, hani evde oturup dinlemem ama, gece dışarı çıktığında, bir partide filan dans etmeye, dinlemeye müsait keyifli işler çıkartıyorlar.

Peki şimdi durduk yere Portecho aklına nerden geldi derseniz, durduk yere gelmedi kendileri. Sözlükte gezerken gördüm -ekşi değil, privatesözlük- yeni bir klip çekmiş abiler. 2009 çıkışlı Studio Plastico şarkıları için bir klip. Klip son dönem içinde bulunduğumuz karmaşaya enfes bir gönderme yapıyor. Üstte çarşaf altta mini, abla İstanbul sokaklarında geziyor, kamera da çekiyor babam çekiyor. Şarkı güzel, klip kışkırtıcı. Ahanda bu noktada alkışı hak ediyor Portecho. Ben ise klibi alta gömüp, sizleri öperek uzaklaşıyorum. Ha uzaklaşmadan, yerel seçimlere çok az kaldı, pazar günü lütfen OY KULLANMAYI UNUTMAYIN! Hadi hoşçakalın.

24 Mart 2009 Salı

Mimlenmişim

Lan olum oha, tam 14 gün olmuş bloga birşeyler yazmayalı. Oysa aklıma şunu yazayım bunu yazayım diye gelip gelip duruyordu fikirler de, üşeniyorum öyleyse yarın diyordum hep. Diye diye 14 gün geçirmişiz aradan, başarılı. Hayır o kadar da diyorum, yazmazsam bir dürtükleyin, hacı kaç zamandır yazmamışsın filan deyin diye. Gerçi hakkını yemiyelim, Maksimov dürtmüş. Arada sağolsun babam da arayıp söylüyor blog filan diye. Neyse, Maksimov'un blog güzel lan. Seviyoruz kendisinin yazı dilini, okuyun bol bol. Blog adresi de şukela, forzaimmigrantpunk! Oh mis.

Neyse efendim, şimdi bu Maksimov arkadaşımız mimlemiş bizi. Mimleyince de şey oluyomuş, böyle bir konu atılıyomuş, mimlenen diğer blogcular da o konu hakkında yazıyomuş falan filan. DeviantART'ta dönüyordu bi aralar böle şeyler. Hatta benim blogda bir yerde "müziksel yaklaşım" şeklinde bir yazı var, o da bu mimleme kültürünün bir ürünü. Tavsiye ederim onu da, yapın ve yorumları gönderin, keyifli oluyor. Oha, ben de az hayvan değilim, kendi yazısında kendi yazısının reklamını yapan adam olmak ilginç oldu. Neyse efendim, Maksimov'a sormuşlar "acaba blogcular hangi blogcularla yiyismek/sevismek" ister diye, kendisi de yazmış birşeyler. Sonra demişki, seni seni mimliyorum, siz de yazın. Yazamaz mıyım, kralını da yazarım. Da şimdi ben burda bu isimleri açığa çıkarsam bi ego olur bunlar, bir afra tafraya bürünürler. Yani bürünmeye de bilirler tabi ama, ben bürünebileceklerini düşünerek kendimi yazma işinden alıkoyuyorum. Ya aslında alıkoymak da istemiyorum bi yandan da, şimdi desem "sen, sen, sen, yerim lan sizi", bi gairp olur. Ya da olmaz, orasını ben bilemem, yemek istediklerim bilir aslında.

Ya o değilde benim aklımda başka birşey yazmak vardı ama ne yazmak vardı onu unuttum. Hatırlayacağımı da pek sanmıyorum gerçi. 14 gün sonra yazdığım blog yazısı daha iyi olsaydı lan keşke. Ne yazacağımu unutmalar, şöyle yiyişmelik/sevişmelik iki blog söyleyememeler filan. İdare edin artık, yazmaya yazmaya insanın kalemi de köreliyor tabi. Söz daha sık yazıcam lan bundan sonra. Hem blogu izleyen sayısı da artmış, ne güzel. Bütün izleyenlerimize sevgiler efendim.

Ha bir de, hereks blogun koyuluğundan, zor okunduğundan şikayet ediyordu. Tamam ulan, şimdi sizin için yeni tema arıycam. Ya da yeni tema aramasam da yazıları beyaz linkleri kırmızıya mı çevirsem. O zaman rahat okunur mu, bilemedim bak şimdi. O zaman şöyle yapalım, işleri biraz interaktifleştirelim, efendim blog yeni temaya mı geçsin yoksa sadece yazı renkleri dediğim şekilde mi değişsin. Buyrun oylama açıldı, siz söyleyin ben yapayım arkadaş, katılımcı yönetişim işte, şahane. Breh, ne boş konuştum arkadaş, neyse sıkmayayım daha fazla canınızı, öpüyorum hepinizi.

10 Mart 2009 Salı

Mezesi Muhabbet

Baştan söyleyeyim, modası bir hayli zaman önce geçmiş bir yazım türüyle yazıcam bu blog girisini, aklıma ne gelirse gömücem, dur durak bilmiycem. Böyle edebi filan birşey bekleyen arkadaşlar varsa, beklemesin. Zira günlükte de edebi hede hödöler kasacak halim de yok zaten de, ne bileyim, yazı bütünlüğü, düzen filan, çok kasmıycam sanırım bunlar için, emin de değilim, belki bütünlüklü bir yazı olur. Olmasa da çok dert olmaz. Rahvan gitsin.

Şimdi neden dedim bu aklına geleni gömme olayına modası geçmiş diye, şundan dedim. Cumartesi günü bir arkadaşım okumam için bir kitap hediye etti. Çok zaman önce bir hayli geyiğini yapmıştık, al oku diye verdi. Kitabımız The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman. Kitabın ismine tıklarsanız kendisinin Wikipedia sayfasına ulaşabilirsiniz. Ödünç veren arkadaş edebiyatçı bir şahıs, kendisi demişti, 18. yy'da moda olabilir ama, sonrasında modası geçti bu yazım türünün diye. Bu yazım türü dediğimizde işte, aklına ne gelirse yazmak. Aynı şu an benim yaptığım mevzu. Tabi ben bunu mal gibi yapıyorum, adam aynısını yapınca dünya klasiği yaratıyo, o ayrı.

Aslında bundan bahsetmiycektim ya, yeri geldi bahsetmiş olduk. Bloga girisine başlamamın sebebi muhabbetsizlik durumu, yalnızlık filan gibi çeşitli olguları biraz kanırtmak. Şöyleki, muhabbetsiz yapamadığıma karar verdim. Muhakkak çenem çalışmalı. Ya da işte sanal dünyanın bize sunduğunu göz önüne alırsak, parmaklarım çalışmalı. Sanırım bu blog olayından aldığım tad da bu. Hani böyle bir an, kendi kendine kaldığında, dialog yoksa monolog da mı yok amına koyim diyip bir nevi kendi kendime konuşmak. Hayır bir de kafayı meşgul ediyo. Al bak demin klozetle olan buluşmama giderken yanıma kitap almayı unutmuşum, mis gibi aklımı oyaladı. Kendi kendime konuştum bir müddet, bir bakıma o konuşmanın ürünüdür bu yazı.

Sonra bir de yalnızlık durumu var işte. Neymiş efendim, allaha mahsusmuş yalnızlık. Herşeyden önce, allah ne lan. Yapma gözünü seviyim. Fen var, ilim var, irfan var lan. 21. yy'dayız lan. Neyse, mevcut allah imgeleminden yola çıkarak irdelersek bu durumu, yalnızlık allaha mahsus olayına zerre katılmıyorum hacı. Onca melek ne iş? Demezler mi adama neresinde bunun yalnızlık diye? Nihayetinde, allah imgelemi bile yalnızlığa katlanamayan bir olgu ki, meleği filan var adamın canı sıkıldığında iki tek atmak için yarattığı. Yoksa Metathron, tanrının sesi filan hikaye lan. Adam içki sofrasına arkadaş arıyo işte. Bu arada madem bu kadar lafını ettim, God Delusion adlı eseri için Richard Dawkins'e, Dogma adlı filmi için Kevin Smith'e selam etmeden geçmeyelim.

Öyle işte, aslında muhabbetsiz yaşamın çok malca olduğundan bahsetmekti amacım. Tamam, kabul, "yalnızlık da aşka dahil" ve istesek de "paylaşılmıyor yalnızlık". Hatta yeri gelir yalnızlığa da hayranız, be ama kardeşim mezesi muhabbet bu hayat denen meretin. Olmadı mı olmuyor işte. Son olarak Replikas'a yakın durun diyor, hepinizi öpüp uzaklaşıyorum.

Ulan arada, yalnızlık malnızlık dedik, bari ufak bir resim çakayım yukarı dedim, yazıyla alakalı dursun diye ama, yok arkadaş, hep emo emo şeyler. Koymuyorum hiç birşey, sinirlendim. Hadi öptüm tekrar.

5 Mart 2009 Perşembe

Futbolun Peşinde


Başlığa bakınca çok artistik birşeymiş gibi görünüyor, ya da çok artistik birşey anlatacakmışım gibi geliyor. Oysa hiç öyle bir niyetim yok. Yine deli dürttü beni, ondan biraz bahsedip gidicem. Fazla uzun kalmak niyetinde değilim.

Bizim TekYumruk diye bir grubumuz var. Hayata muhalif bakan Galatasaraylılar'dan oluşan, güzel insanlar topluluğu. Şuraya doğru ateşli bir klikle erişebilirsiniz kendisine. Fakat klikteki o ateşi görmek istiyorum, yoksa açılmaz site, demedi demeyin. Neyse efendim, grup olarak ortak öznemiz muhalifliğin yanı sıra Galatasaray özelinde futbol olunca, haliyle dayanamayıp ekipçe halı saha maçları yapıyoruz. Peki nerede oluyor bu maçlar? Kurtuluş'ta! Kurtuluş nerede, benim an itibariyle ikamet etmekte olduğum yere 55 kilometre uzakta. Mal mıyım neyim bilmiyorum, top oynuycam diye git gel 110 kilometre yol yapıyorum lan. Hele bir dönem baya düzenli haftada bir gidiyordum filan. Şimdi iki hafta sonraya sözleştik, hiç acımam yine giderim hacı. Seviyorum futbolu da, TekYumruk tayfasını da.

Öyle işte, bunu anlatayım dedim. Zira maçtan dönüp duşu alıp bilgisayarın başına geçince baktımki ben herkese bunu anlatmaktayım, dedim e o zaman bloga da yazayım çıksın elimden, yukarıya da bir TekYumruk fotosu bağladık mı, olur sana aslan gibi blog girisi. Hadi bakalım. Yukarıdaki fotoğraf geçen sezon şampiyon olduğumuz Galatasaray - Gençlerbirliği Oftaş maçı sonrasında tüm tribünlerin çıldırıp sahaya girmesi sonucu kendimizi sahada bulmamızın ardından çekildi. Çok mal çıkmışım ama, eldeki en kalabalık ekip fotosu bu. Daha fazla uzatmıyor, hepinizi öpüp kaçıyorum canlar. Tayyip'ime de bol selamlar, metrobüsle gelicem yanağından makas almaya, gıdısını okşamaya.

3 Mart 2009 Salı

Sarıyorum Mütemadiyen

Karar verdim, çok başarılı sarıyorum. Öyle böyle değil lan, ilgimi çekebilecek ne varsa sarabiliyorum kendisine. Şöyle bir düşündüm de, yıllarca tiyatroya sardım, gitara sarmışlığım da oldu, fotoğrafa da sardım, dağcılığa sarmışlığım da oldu benim, çoook çok küçükken karateye bile sarmıştım, frpye sarmışlığım mevcut, bir dönem öykü yazarlığına sarmıştım, aha son bir kaç aydır blog yazarlığına sarmış vaziyetteyim, bir ara mizah yazarlığına sarmıştım, bir dönem tenise, bir dönem basketbola sardım. Bu şekilde uzadıkça uzayabilir bu liste. Fakat özetle şunu diyorum işte, çok fena sarıyorum.

Bu durumdan hoşnutsuz muyum peki? Katiyen değilim. Kimileri beni maymun iştahlılıkla suçluyabilir, ben o birilerine kısaca sittir lan demek istiyorum. Yıllar içinde bir çok disiplinden keyif aldığımı fark edip, o aldığım keyfi maksimize etme çabası benimkisi sadece. Kaldıki yukarıda geçenlerden karate hariç -tamam kabul ediyorum, o bir hataydı, neyime lan benim karate filan- hepsiyle hali hazırda halen bir şekilde haşır neşirim. Tamam, belki hiçbirinde usta olamadım ama, en azından o saydıklarımın hepsi hakkında bir deneyemim oldu ve halen bu deneyimlerimin üstüne ekleme fırsatı buldukça ekliyorum. Yani hiçbirinden kopmuş değilim.

Bu durumun tek dezavantajı, yukarıda da belirttiğim gibi, hiçbirinde uzman olamamam şeklinde cereyan etti. Fakat düşününce, hiçbirinde uzman olmayı da dert etmediğimi görüp, iyi etmişim lan dedim kendime. Ya birini çok iyi yapacaktım, ya da şu an olduğu gibi, tad aldığım şeyleri ufak ufak, kendi kendime yetercesine icraaya devam edecektim. Zira ettim, huzurluyum.

Ha şimdi diyeceksinizki nerden çıktı bu konu, durduk yere niye böyle bir içini döktün. Dersiniz tabii, haklısınız. Ben de görsem birden böyle bıdı bıdı yok ona sardım yok bunu yaptım diyen adam, ben de derim. Şundan efendim, WarHammer yüzünden. Bundan bir iki ay önce, acaip gaza gelip İngiltere'den kendime 1 kutu WarHammer figürü getirttim. Bu figürler boyanmamış olarak geliyor, siz önce boyayıp, sonra savaştırıyorsunuz filan bunları, akıllı adamın yapacağı iş değil aslında. Neyse, ulan geçen akşam fark ettimki aradan aylar geçmiş ben daha sadece 5 figür boyamışım, aldım elime fırçayı yeniden başladım boyamaya dün akşam. Elimde yüze yakın figür var ama, bende de yılcak göz yok, eninde sonunda bitiricem onları boyamayı ve inicem savaş alanlarına. WarHammer dünyası tarihinin en tembel oyuncusu olsam da, bekle beni WarHammer diyorum efendim. Bu kadar zırvalamamı da buraya kadar okuduğunuz için sizlere teşekkür edip, ahanda burada bitiriyorum yazıyı, gidip bir iki figür daha boyuyayım.

2 Mart 2009 Pazartesi

Macerayı Seven Haftasonu

Cuma günü bir arkadaş kalkmış Ankara'dan İstanbul'a gelmiş, sağolsun dedi Sarp ben geldim buluşalım. Gittim buluştuk, misafir ettim filan ama, arkadaş şans mı desem ne desem, delilercesine bir gündemin içine düştü kendileri.

Cuma akşamı 9'da buluştuk, gittik Thales'e. Zaten ne zaman Taksim'e gitsem, suya giden karettalar modunda Thales'e gidiyorum. Garip bir huzuru var bende Thales'in, seviyorum lan. Çalışanları çok samimi insanlar, ucuz filan, ondan olsa gerek. Gerçi ucuz mucuz diyorum da, cömertliğim tuttu iki günde çok deli hesap ödedim. Yazık lan, alkole giden parayla bariz kendi barımızı açardık diycem, anti klişe timi gelip çok pis dövücek beni ondan korkuyorum, diyemiycem o sebeple. Neyse, binbir olay var o geceden anlatılacak misafirle benim dışımda cereyan eden ilginç kavgalar filan ama kişisel mevzular tabi, istese de giremiyor insan. Fakat, doğumgününü kutladığımız bir genç için pasta alan arkadaşımızın ben bir tuvalete gideyim diye masadan kalkması ve süpriz niyetine elinde pastayla döndüğü an, doğumgünü olan arkadaşın da tuvalete gitmiş olmasıyla elinde mumlu maytaplı filan pastayla ampul gibi kalmasına değinmeden geçemiycem. Farkındaysanız geçmiyorum zaten. Hayır tuvalete gidiyorum diye kalkıyorsunda, insan bize bir kaş göz filan yaparki doğumgünü çocuğunu masada tutarız, biz ne bilelim, ciddi ciddi tuvalete gittin sandık. Arada bu kadar tuvalet diyip bir de çay içince çişim geldi lan, neyse yazıyı bitirip girerim.

Hızlı bir şekilde ileri sarıp geliyorum eve geldiğimiz aşamaya, sabah 5te girdik eve, ben uyuduğumda öğlen 12 filandı, evde yine misafirinde benimde alakam olmayan sebeplerden çıkan kavgalar filan var tabi, değinmiyorum oralara. Ankaralı misafir erken yattı tabi, rahat rahat uyanmış, saat 3te uyandırdı beni. Böargh. Öküz gibi içmişim, 3 saat uyuyup uyandım. Hayır deli mi sikti derseniz, yok olmadı öyle birşey, fakat zirve vardı, hem de Thales'te. Yani daha 24 saatten az bir süre geçmişken, yeniden döndük Thales'e. Maşallah bir hayli kalabalık, 10 numara bir sözlük zirvesi yapıldı, arada pek ilginç bir yazarcanla tanışıldı filan, orda da enteresan şeyler oldu da hangi birinden bahsediyim, salıyorum o sebeple. Nihayetinde bir çok white russian, bir çok tekila ve bir çok biranın ardından 1 duble rakıyla cila gömülüp evlere dönüldü o gecede.

Ankaralı misafirimi yolcu ettim bugün, sağolsun çok mutlu oldum geldiği için. Bu girdiği binbir garip gündemden, şahit olduğu binbir ilginç olaydan dolayı mutsuz olup olmadığını sordum, yok lan, eğlenmiş dediği kadarıyla. Sevindim eğlenmesine, kendisine yine gel İstanbul'a deyip, hepinize Burhan Çaçan'ın "Neden Geldim İstanbul'a" şarkısıyla veda ediyorum. Hadi öptüm.